Devlet Otoritesinin Bozulması, Halkın Üstünde Oluşan Çekilemez Vergi Yükü, Rüşvet, Zulüm ve Kayırmaların Çoğalması, Halkın Sürekli Göç Halinde Vicdanlı Sancak Beyleri Arar Olduğu Manzarada;
ANADOLU’NUN “CELALLENME”SİNİN PERDE ARKASI.
CELALİ İSYANLARI VE KIRŞEHİR
Adnan YILMAZ
“CELAL” ADLI BİR TÜRKMEN’İN OSMANLI’YA AYAKLANMASI
Celâlî isyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı yönetimindeki Anadolu'da Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan ve IV. Mehmed dönemine kadar devam eden uzun bir zamam dilimlerinde Anadolu’da toplumsal ve ekonomik yapının bozulmasından kaynaklanan bir dizi ayaklanmalar bütünüdür.
“Celali” adı, Yavuz Sultan Selim döneminde devlete başkaldıran Bozoklu Türkmen “Şeyh Celal” adından gelmekle birlikte, bundan sonra Anadolu’da çıkan tüm ayaklanmalar ve isyanlar “Celali İsyanları” olarak sıfatlandırılmıştır.
Osmanlı devletinin Kırşehir’i içine alan Küçük Asya da kesin hâkimiyetinden sonra doğrusu Kırşehir’de bayındır hiçbir gelişme yaşanmaz. Bütün Anadolu illeri gibi Kırşehir de Osmanlı’ya “asker diye canını, vergi diye malını” vermeye devam eder.
Anadolu’nun maddi manevi güçleri, sürekli fetihlere kaynak olur. Anadolu üretici, devlet tüketici olurken, kaynaklar yavaş yavaş suyunu çekmeye başlar.[1]
Osmanlı ve hükümet adamlarının keyfi uygulamalarından hükümranlığının doruğuna çıktığı bu dönemde Anadolu artık “Celali yangınları”yla kavrulacaktır.
Celal adlı bir Türkmen’in Osmanlı’ya ayaklanması, öylesine meşhur olmuştu ki bundan sonra Anadolu’da devlete karşı yapılan tüm ayaklanmalar “Celal” adıyla anılmıştır.[2]
Tarihimizde “Celali İsyanları” olarak geçen uzun isyanlar dönemi boyunca, Kırşehir de Anadolu’nun diğer şehirleri gibi talanlardan soygunlardan bitik ve harap bir duruma düşer. Yoğun bir göç sirkülâsyonu yaşanır.
Celali İsyanları, 16. yüzyıl sonlarıyla 17. yüzyıl başlarında ortaya çıkan, Anadolu’da toplumsal ve ekonomik yapının bozulmasından kaynaklanan bir dizi ayaklanmalar bütünüdür.
“Celali” adı, Yavuz Sultan Selim döneminde devlete başkaldıran Bozoklu “Şeyh Celal” adından gelmekle birlikte, bundan sonra Anadolu’da çıkan tüm ayaklanmalar ve isyanlar “Celali İsyanları” olarak sıfatlandırılmıştır.
Burada konumuz gereği bir bütün olarak Celali İsyanları’nı ele almamakla birlikte, Kırşehir’le ilintili ve Kırşehir’i de ilgilendiren yönleri üzerinde duracağım.
“Celal”; BozokluTürkmenleri’nden olup, Turhal’da dirlik (tımar) sahibidir.
1519 yılında “Şah Veli” ünvanı altında etrafında topladığı alevi – Kızılbaş Türkmenleriyle Bozok’ta Dulkadirliler’den Ali Bey’in oğlu Üveys’in evini basmış, Zile’de asker toplamış, Rum Beylerbeyi Sadi Paşa’nın üzerine yürüyerek bozguna uğratmış, yaralanan Sadi Paşa, Amasya’ya kaçmış, Dulkadirli Zûnnun Bey de öldürülmüştür.
“Celal” isyanının büyümesi karşısında Yavuz Sultan Selim, Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa’ya vezirlik payesi vererek Celal’in üzerine yollamıştır.[3]
Dulkadirliler’den Ali Bey’le Karaman Beylerbeyi ve Rum Beylerbeyi Sadi Paşa’nın, Celal üzerine birlikte yürümeleri istenmiş, Dulkadirliler’den Ali Bey Osmanlı’ya itaat gösterip Türkmenler’in çoğunu öldürüp kadın ve çocuklarını esir almış. Buna rağmen, Ali Bey’in bazı akrabaları Türkmenler’in isyanına katıldığı için hapse atılmıştır.[4]
Kızılırmak–Yeşilırmak arasındaki bütün bölge, ayaklanma alanı olurken II. Beyazıt’ın Şehzade Ahmet’ten torunu Şehzade Murat da, amcası Yavuz Sultan Selim’e karşı isyan hareketini sürdürmüş dahası Celal’den sonra süren ayaklanmaları uzun yıllar Şehzade Murat yönetmiştir.[5]
Yavuz Sultan Selim, babasını zorla devirip tahta oturduğunda, kendisine karşı saltanat hakkı öne süren Şehzade Mehmet de isyanları körükleyip kendi saltanat davasına yönlendirmek istemiştir.[6]
DULKADİR TAHTINA OSMANLILAR TARAFINDAN OTURTULAN ALİ BEYİN CELAL’İN BAŞINI KESMESİ
Yavuz Sultan Selim’in “Celal” ayaklanmasının bastırılmasında istifade ettiği Sahşuvar oğlu Ali Bey, Dulkadir tahtına Osmanlılar tarafından oturtulmuş olup; Dulkadir, Maraş Valisi’dir.[7]
Celal, 24 Nisan 1519’daki bu çarpışmalarda yakalanmış, Rumeli Beylerbeyi Sadi Paşa’ya götürülürken, Dulkadirli Ali Bey’in oğlu Üveys tarafından zorla teslim alınarak Ali Bey’e teslim edilmiş, Ali Bey de teslim aldığı Celal’in başını keserek Yavuz Sultan Selim’e yollamıştır.[8]
BEKTAŞİ TARİKATININ BAŞI KALENDER ÇELEBİ’NİN İSYANI
Kanuni Sultan Süleyman tahta geçtiğinde, hazineye para bulmak için “arazi tahrir”ini yeni baştan düzenlemeye girmiş bu durum tımarlı sipahilerin ve çiftçilerin yoğun tepkisine yol açmış, “Celal”le başlayan isyanların daha da genişlemesine uygun şartlar yaratmış, tarım ürünleri ve araziler, olduğundan fazla yazılmış, çiftçilerin ödeme gücü tümüyle zayıflamış, uygulanan bu yeni hükümet işlemi, Anadolu’da kızılca kıyametin kopmasına yetmiştir.[9]
Kanuni Sultan Süleyman, 1526 Macaristan seferlerinin ilkini ve en başarılısını yaparken, Anadolu’da vergi adaletsizliğinin ve arazi yazımının uyandırdığı hoşnutsuzluk, birden geniş isyanlara dönüşür. İsyana teşebbüs eden Bozok Türkmenleri’nin ileri gelenlerinin “Sakalını kesmek” gibi tahrikkâr uygulamaları, isyanı daha da yayar. Maraş, Adana, Tarsus ve İçel’i de içine alan isyanlarda birçok hükümet adamı öldürülür.
Yozgat, Sivas, Tokat yöresindeki isyancılar, bir ordu çapındaki hükümet güçlerini bozguna uğratırken aynı zaman diliminde, Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük çabalar harcayan Hacı Bektaş-ı Veli’nin torunlarından Kalender Çelebi de harekete geçer. Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan seferinden dönmesine yol açan ve Kırşehir ciddi bir merkez olmak üzere, gelişen isyanın bastırılması için padişah Vezir-i Azam İbrahim Paşa’ya özel görev verir ve Kırşehir üzerine salar.
Meydana gelen kanlı çarpışmalarda birçok Beylerbeyi ve sancak beyi hayatını kaybeder. Anadolu’da çeşitli Türkmen kesimlerinin bu büyük isyanı ile bozguna uğrayan Vezir-i Azam İbrahim Paşa, Ankara ve Kırşehir bölgesinde giderek güçlenen Kalender Çelebi ordusunun yenilmez derecede güçlendiğini hissederek Kalender Çelebi safında bulunan tımarlı sipahilerle gizlice ilişki kurar ve hepsine dirliklerini geri vermeyi kabul ederek söz verir.[10]
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı birliğine kattığı Dulkadir (Maraş) ve çevresinin tımarlıları, Osmanlı’ya tabi olduktan sonra dirliklerini kayıp etmiş olmalarından dolayı başlangıçta Kalender Çelebi’nin ordusunu yenilmez derecede güçlendirerek Vezir-i Azam’ın kapı kullarına dayanan ordusunu ilk çatışmalarda perişan etmişler, birçok Beylerbeyi ve sancak beyi de öldürülmüştü.
DULKADİRLİLERE DİRLİKLERİNİN GERİ VERİLECEĞİ VAADEDİLİNCE
Kalender Çelebi etrafında toplanan Dulkadirli Türkmen sipahilerine Vezir-i Azam İbrahim Paşa, dirliklerini geri vereceğini vaat edince Dulkadirliler Kalender Çelebi’nin etrafından çekilmiş[11], Kalender Çelebi 300-500 kişilik bir gönüllü kuvvetle ortada kalmış, Kalender Çelebi’nin ordusu bozulmuş, Hacı Bektaş-ı Veli’nin torunlarından Kalender Çelebi[12] de böylece öldürülmüştür (1527).[13]
Kalender Çelebi İsyanını Orta Anadolu’da yaşadığı bilinen Koyun Abdal şöyle dillendirir (bkz, Öyküleriyle Kırşehir, Türküleri,destanları, ağıtları, Baki Yaşa Altınok,Oba yay., Ankara, 2003, sy;27-28-29)
Türkmen’in acı ağıdı
Arşa dayandı feryadı,
Hacı Bektaş’ın evladı,
Pirim Kalender geliyor.
Benim velim adil vezir,
Çağırdım Mevla hazır,
Yardımcımız İlyas Hızır,
Pirim Kalender geliyor.
Koyun Abdal der, ne derler,
Yardımcımız olsun erler,
Sarp geçitler yüce dağlar,
Pirim Kalender geliyor.
Peçevi tarihi yazarına göre de; Kalender Çelebi ordusunun üzerine yapılan saldırı da önceki çatışmada bozguna uğrayan tek bir askerin bile orduya girişi yasaklanmış, yenilgi üzerine konuşanların idamı emredilmiş, Dulkadir takımının boy beyleri diye anılan ünlü kişilerin gönlü kazanılmış, onların soylarından olan “Türkmen eşkıyası” ötekilerinden ayırılmaya çalışılmıştı. Türkmen vilayetinin Osmanlılar’ca fethedildiği sırada tımarları elinden alınan Türkmenler’in Kalender Çelebi ordusuna katıldığı görüldüğünden dirlikleri geri verilerek yüzleri güldürülmüş, Kalender Çelebi ile Dulkadirliler’in işbirliğinin önüne böylece geçilmiştir.
Peçevi İbrahim Efendi’nin Ali Efendi tarihinden aktardığı bilgilerde Kalender Çelebi’nin başlattığı isyanının boyutları yönüyle ciddi ipuçları vardır. Olaylara tümüyle Osmanlı lehinde yaklaşım gösteren bu kaynağa göre, Kalender Şah o kadar güçlenmişti ki kalabalık bir topluluğun başı durumuna gelmiş, böylesi bir itibar da o güne kadar hiçbir asiye nasip olmamıştı. Bu kaynağa göre “ışık” ve “abdal” diye anılan inancı ve eylemi bozuk kimseler de Kalender etrafında toplanmış, 20-30 bin kadar eşkıyadan oluşan büyük bir çete meydana gelmişti.[14]
Esasen Celali ayaklanmasından sonra ayaklanmalar birbirini takip etmiş, fakat bunların hiçbiri Bektaşi tarikatının başı Kalender Çelebi’nin isyanı kadar tehlikeli olmamıştır.[15]
Kalender Çelebi yakalanıp başı kesilmek suretiyle öldürülmüş, isyanı bastıran Vezir-i Azam İbrahim Paşa da İstanbul’a dönünce ödüllendirilmiş, yılda 1200 akçe olan hasları 2 milyona çıkartılmıştır.[16]
OSMANLI TARİHÇİLERİNİN AKSİNE; İSYANLAR BİR MEZHEP AYRILIĞI İDDİASI DEĞİLDİR.
Türk köylü halkının kendi devletine, padişaha karşı açıkça isyan etmiş olduğunu kaydetmeleri, o zaman imkânsız olan Osmanlı yazarları tüm bu hadiseleri “Kızılbaş Ayaklanması” gibi bir tanımla geçiştirmeleri, olayların esasını bildirmeye yanaşmamalarındandır.
Köylü Türkmen ayaklanmacıların Sunniliğin dini kurallarına pek de tutkun olmadığı bilinmekle beraber ayaklanmaları salt mezhepsel bir boyuta taşımakta, Osmanlı tarihçilerinin zorlaması olup, gerçeğin kendisi değildir. Bütün gerçekler Akdağ’ın da belirtiği gibi, Enderun iktidarı yardakçı yazarların kayıtlarından bile kolayca anlaşılmaktadır. Kaldı ki isyancılar, Alevi-Kızılbaş Türkmenler’i olsa bile çıkardıkları isyan bir mezhep ayrılığı iddiası değildir. Zira böyle olsaydı Anadolu’daki Sunni halkla bu işe karşı koymaya kalkar, iki hasım mezhepler arasında kanlı çarpışmalar çıkardı.[17]
Nitekim Kanuni Sultan Süleyman devrinde isyan hareketlerinin bastırılmasından sonradır ki, İran’a akın akın göç etmekte olan ve Şah İsmail’e sevgi besleyen Anadolu Şii ve Alevilerini Hacı Bektaş ocağına bağlama faaliyetleri içine girilmiş, ama buna rağmen Şah İsmail soyunun halk üzerindeki nüfuzu gene de kırılamamıştır.[18]
Bugün halen Anadolu’da Şah İsmail’in “hatai” mahlasıyla yazdığı Türkçe şiirler dillerde dolaşmaktadır ki, Yunus Emre geleneğini de yansıtan bu şiirler Alevi-Bektaşi dünyasının güçlü nefeslerindendir.[19]
Bektaşi Babalarına çok saygı duyan çiftçi ve halk kitlelerinin arazi yazımındaki adaletsizliklere, vergilerin ağırlaşmasına kulak tıkayan Osmanlı yazım memurlarının halka hakaret eden tutumlarına karşı, Türkmenler Bektaşi Babalarıyla birlikte direnmişlerdir.[20]
Anadolu’nun dirlik ve düzenliğinde, ulusal kimliğinin korunmasında, emek veren Türkmenler’in Osmanlı’ya başkaldırışının gerçek nedeni, hemen bütün sağlıklı kaynaklarda içine itildikleri sefalet olarak gösterilir.
Prof. Dr. Faruk Sümer’in anlatımıyla “Osmanlı son asırlara kadar Anadolu insanını ve servetini, görülmemiş bir israfla harcamış, fakat ona hiçbir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harap bir memleket haline gelmiştir.”
Anadolu, tarihi boyunca öyle olaylar vardır ki havalandırılan türkülerin, bozlakların ve de tesellemelerin ve hatta deyişlerin dilinde bir başka aydınlanır. Tamda bu noktada yine Faruk Sümer’in yazılı belge niteliğine dönüştürdüğü Anadolu’da Türkmenlerce söylenegelen şu deyiş bir hayli ilginçtir:(Bakınız Oğuzlar (Türkmenler) Prof. Dr. Faruk Sümer Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s.1)
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı
Bu isyanlarda; çok gelişmiş olan Osmanlı Devşirme Ocağı ile Türk kaviminin mahrum bırakıldığı siyasi haklarını elde etmek gibi bir amacın izleri de görmemezlikten gelinemez.[21]
Nitekim bu isyanlardan sonra İran ve Arap gibi halkın durumuna düşmekten bir nebze olsun kurtulmuşlar, Kapıkulu Ocağı’nın atlı birliklerini önemli ölçüde ele geçirmişler, birçokları “sancak beyliği” ya da “Beylerbeyi” mertebesine kadar yükselebilmişlerdir.[22]
Bu dönemin Mühimme Defterleri, yazışmaları ve çeşitli illerin “kadı sicilleri” Anadolu halkının feryatlarıyla ve şikâyetleriyle dolmuş, Türkmenler bu şikâyetlerden genellikle sonuç alamamış, sancak beyleriyle Türkmenler arasında, kapatılması mümkün olmayacak uçurumlar oluşmuştur.
Birçok kaynaklarda Beylerbeyi, sancak beyleri, kadılar, voyvodalar ve öteki devlet görevlilerinin Türkmenler’e yönelik aşağılayıcı tutum geliştirdikleri, yağ, bal, odun gibi malları köylüden zorla aldıkları belirtilmekte, “adaletnâmeler” de bu kaynakları doğrulamaktadır.
ÇALDIRAN SAVAŞI’NDAN ÖNCE ANADOLU’DA KORKUNÇ BİR TÜRKMEN KIYIMI
Şiilik tarihsel olarak Araplarala ilgili bir olgudur. Katıksız bir biçimde Arap olan Peygamber ailesinin meşruiyetini kendine örnek alır. Doğrudan Ali’nin soyundan gelen İmamların dili, tıpkı dinsel Edebiyatın dili gibi, Arapça’dır; Şiiliğin kutsal yerlerinin büyük çoğunluğu Arap topraklarındadır; Büyük Ayetullahlar çoğunlukla Peygamber sülalesinden gelenlere verilen adla anılırlar, yani “seyidi”dirler.Büyük Ayetullahların çoğu Arap soyundan gelir, ve Arap diline kusursuzca hakimdirler. XVI. Yüzyılın başlarında Şiilikle Şamanizm yoğuran ve Türkmen kabileler (Kızılbaş) içinde kök salmış bir tarikatın ruhani lideri günümüzdeki İran topraklarını ele geçirdi ve “Safevi Hanedanı”nı kurdu. Türkçe konuşan bu yeni eğemenler, İstikrarlı bir devlet inşa etmek için kabile ve tarikat kökenlerinden kurtulmak zorundaydılar. Devlet dini olarak Sunniliğe kıyasla birliklerinin inancından daha az Heterodoks olan İmamiyye Şiiliğini (Doğrudan Muhammedin soyundan gelen on ikinci imamın geri dönüşünü bekleyen akım) seçtiler. Şiilik o dönemde o kadar az İran’lıydı ki, Safeviler İran’da devlet Uleması yaratmak için günümüzdeki Güney Lübnan’ın (CemelAmil bölgesi) ve Basra Körfezi’nin(Bahreyn) Arap ulemasına çağrı yaptılar. İran’ın Şiileştirilmesi egemen devlet aygıtının inşası sürecinde meydana geldi. [23]
Kendisi de bir Türk olan Şah İsmail’in iktidara gelişi, Osmanlı sarayı için Anadolu’daki Türkmen ayaklanmalarının dinsel ayağı yönüyle endişenin ötesinde açık bir tehdit görülmüştür.
Esasen Şah İsmail, Anadolu Alevisi’nin İslamlıktan ne beklediğini iyi sezinlemiş, göçebe Türkmerler’in baskıya alışkan olmayan ruhuna sunni kuralların ağır geldiğini görmüş, onların atalarından gelen inançlarını atamayacaklarına da inanmış, hele de ağdalı Osmanlı dilinin bu Türkmenler’e hiç uymadığının iyi farkına varmıştı. Zaten Şah İsmail’in kendisi de halk ozanları gibi deyişler çalıp söyleyen, Türkmenlerin eski yaşantılarındaki gibi törenler düzenleyen, bu törenlerde Şaman Bab’larının kokusunu duyuran, dertlerini dinleyen biridir ve bu yüzden Anadolu Türkmenlerinin çok önemli bir kısmına önder olup çıkmıştır. Ve şayet Anadolu Aleviler’i; “din dili Arapça”, “yazı dili Farsça” olan Osmanlılar’la, her türlü dili Türkçe olan Safeviler arasında bir seçme yapmak zorunda kalınca, doğal olarak “Farsça şiirler” söyleyen Yuvuz Sultan Selim” yerine, “Türkçe deyişler söyleyen Issı Şah İsmail”i seçmiştir.[24]
1512’de babasını öldürerek tahta oturan Yavuz Sultan Selim, Mısır’ın fethi ile halifelik şanını da alınca, Anadolu’da Türkmenler arasında yaygın olan hoşgörüyü ve humanizmi de içinde barındıran geleneksel yaklaşımı tümüyle karşıya aldı. Halifelikle birlikte devlet yapısı içinde oluşan Arap-Acem egemenliği Türkmenler’i tümden soğuttu. Kendisi de bir Türk Hükümdarı olan Safevi Devletinin başı olan Şah İsmail’in Bektaşi ve Alevi düşüncelerine yakınlık göstermesi Arap-Acem dili yerine Türkçe’yi resmi dil olarak benimsemesi, Anadolu Türmenleri arasında sempati yaratmış, dolayısıyla Yavuz Sultan Selim için Anadolu’da kurtarıcı gözüyle görülen Şah İsmail’i kaçınılmaz bir hedef görmüştür. Ne var ki Yavuz Sultan Selim önce daha Şah İsmail’le hesaplaşmadan, her yerde mantar gibi biten Türkmenler’i hedef almış, bu “Alevi-Kızılbaş Türkmenlerin katlinin vacip olduğu”na ilişkin “Şehülislam fetvaları” verdirmiş. Çaldıran Savaşı’na gitmeden Anadolu’da korkunç bir “Türkmen kıyımı” yaptırmıştır.[25]
Yavuz Sultan Selim’in başlattığı Türkmen kıyımının büyüklüğü, Şah İsmail’le hesaplaşmak için can atan Sultanın ordusunun arkadan çevrilme endişesiyle de yakından ilgili olmuştur. Bu isyanlar, Yavuz zamanından sonra Kanuni döneminde de devam etmiş, aynı zamanda idari ve iktisadi bakımdan muzdarip bir hal alan geniş Türkmen kesimleri üzerinde imam, mehdi, halâskâr, mürşit fikirlerinin derin etkileri olmuş, her defasında kırılarak dağlara, ocaklara ve orman içlerine çekilmişlerdir.[26]
DİN BOYASI ATINDA YÜRÜTÜLEN BU ÖLÜMÜNE MÜCADELENİN ALTINDA SİYASİ MENFAATLER…
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e yine onun yöntemiyle karşılık vererek Çaldıran’a giderken, olayı “Şiiler’e karşı savaşan gazilerin kâfirlere karşı savaşı” şeklinde sunmuştur.
Safevi Hanedanı Şark ve Garpları’ndaki sunni Türk devletlerine mukavemet edebilmek için İran’daki Şiiliği bir devlet mezhebi şekline sokmaya çalışırken, buna karşılık Osmanlı Devleti de Sunniliğe sarılmış, Safeviler’in Anadolu ve Rumeli’deki kuvvetli propagandasına sert bir mukabelede bulunmuştur. Din boyası atında yürütülen bu ölümüne mücadelenin altında gerçekte siyasi menfaatler var olmuştur.[27]
1514’te Şah İsmail’i Çaldıran’da kıstırıp mağlup ederken “Asya’da güçler dengesi” Osmanlı lehine değişmiş, Mısır seferleriyle de Memlük Devleti yıkılmıştır (1517).
Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in ordusu menşei bakımından en az Selim’in ordusu kadar Türkler’den oluşuyordu.[28]
Yavuz, Çaldıran dönüşünde de Anadolu Türkmen Alevileri üzerinde açık bir soykırım başlatmış, Molla Bitlisli İdris kanalı ile yüceltip görk verdiği “Şafi Kürt Beyleri”nin yardımı ile Kızılbaş Türkler’in büyük bir kesimini öldürtmüş, böylece Doğu Anadolu Bölgesi parça parça Şafileşip Kürtleştirilmiş, Türkmen Alevi sayısı azaltılmış, birara yeniden toparlanan Şah İsmail, Doğu Anadolu’ya yönelip Diyarbakır’ı kuşatmış, Erciş, Sarısu yöresinde, Şeref Han yönetimindeki Hizan, Meke, Şirvan ve Sason Kürtleri’ne yenilmiştir.[29]
Dulkadirli Beyliği tahtına Osmanlılar’ca oturtulan Ali Bey, Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’e karşı Osmanlı’nın öncü kuvvetleri arasında yer almış, kendisine Dulkadir ülkesi vaat edilmiş. Amcası Alaüddevle Bey’in üzerine yollanmış, bu başarısı ve Osmanlı’ya sadakatinden dolayı da (sonradan Osmanlılarca hile ile öldürülmüştür) kendisi Dulkadir Beyliği’nin başına getirtilmiştir.[30]
Halifeliğin Osmanlı padişahlarına geçişi ile birlikte, Osmanlı devlet yönetiminde teokratik (dinsel) kimlik devlet işleyişine hâkim olmuş, şeriat yasaları da önemli ölçüde kullanıma girmiştir.
Oldum olası Türk Sultanları ve yüksek tabaka, İslamiyet’e aykırı olan Şaman hatıralarını canlandıracağı endişesiyle İslam’dan önceki kültür ve geleneklere ilgisiz kalmışlar, Müslüman Türkler’i İslami esaslara göre yönetmek amacıyla ele geçirdikleri şehirlere, İran ve Arapistan’dan “İslam uleması” getirtmişlerdir. Devlet tarafından da desteklenen bu ulema eski Türk geleneklerine karşı son derece acımasız bir tutum takınmışlardır. Oysa Türkmenler, İslamlığı katı şeriat kuralları içinde değil, yumuşak bir mana ile algılayarak Müslümanlığı mutasavvıf Türk dervişlerinin telkinleriyle kabul etmişler ve hala eski Türk geleneklerine ve Şamani inançlara bağlı kalmışlar, Sonuçta devlete karşı çatışmacı bir tutum takınmışlardır. Ortaçağ boyunca meydana gelen ayaklanmaların en ciddi sebeplerinden birisi budur. Artık Anadolu’da Pir Sultan Abdallar, Şeyh Bedreddinler çıkacak, sevilecek ve benimsenecek, yerlerinden yurtlarından edilen ve Çukurova’dan Bozok’a sürülen Avşarlar’ın şairi Dadaloğlu “Hakkımızda devlet etmiş fermanı. Ferman padişahın dağlar bizimdir.” diyecektir.
Hemen tüm ciddi kaynaklar, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı devlet yönetimi içinde Türkler’in iktidar odaklarından uzaklaştırıldığını, iktisadi açıdan zayıf duruma düşürüldüğünü, ekip sürdükleri toprakları haraç-mezat ellerinden çıkartmak zorunda kaldıklarını, fiilen azınlık muamelisine tabi tutulduklarını belirtmektedir.
DEVŞİRME OSMANLI EGEMEN ZÜMRESİNE KARŞI BAŞKALDIRAN TÜRKMENLER!
Osmanlı, Anadolu’yu zapt etmenin ötesinde hiçbir kıymet vermemiş, bunun sonucu olarak da cahil köylü ve göçebeler hiçbir özgürlük görmemiş, genişlemek için gözünü sürekli Avrupa’ya çeviren Osmanlı, Anadolu’yu sadece askeri hizmet yönüyle, insan ve gelir kaynağı olarak kullanmıştır.[31]
Ayaklanmalarda, başlangıçta dinsel motifler kullanılmışsa da bu ayaklanmaların sosyal, siyasal, iktisadi nedenlerini körlemeye yönelik “Kızılbaş Ayaklanması”, “Celali Fetreti” biçiminde sunulmasını resmi tarih kabuğunu aşabilen tüm araştırmacılar, bu nitelemeleri dönemin egemenlerinin zorlaması olarak sunmaktadır.
Kaldı ki ayaklanmaların iktisadi ayağının görünümü, geniş Türkmen kesimleri açısından bıçağın kemiğe dayandığı bir gerçeği ortaya koymaktadır.
Kanuni Sultan Suleyman’ınNahçivan seferinden (1548) sonra 20 bin akçeden daha fazla gelir getiren dirliklerin kapıkullarına verilmesi bir kanun haline getirilmiş, Türk sipahilerinin terakki imkânı tümden ortadan kalkmış, en basit askeri görevlerde bile kapıkulları ve onların oğulları tercih edilmiş, hele de Kızılbaş olduklarından kendilerine güvenilmeyen Çepniler’in askere alınması da yasaklanmakla kalınmamış, daha önce bu Türkmenler’den askere alınanların bile askerlikten çıkartılması emredilmiştir.[32]
XVI. yüzyıl’ın ikinci yarısında Osmanlı devleti genişlemenin sınırlarını zorlamış, en önemlisi büyük sefer ve zaferlerin dönemi kapanmış, savaşlardan elde edilen ganimet ve gelirler de sönmeye yüz tutmuştu. Savaşların masrafı köylü tarafından karşılanmış, Reaya denilen çiftçi halk, gittikçe azgınlaşarak artan “Avarız-ı Divaniye” gibi vergileri ödemekten fakirleşmiş. Çiftçilerden alınan vergiler kanunlarda yazılı miktarlar üzerinden değil, bu vergiyi almakla görevli kimselerin keyfiyetine bırakılmıştır. Türkmen kesimleri, dirlik sahibi kimselerin zulümleri altında inlerken yoğun göçler yaşanmış, fakir halk, insaflı gördüğü idarecilerin bulundukları bölgelere kaçarak sürekli bir göç halinde bulunmuştur.
Mühimme Defterleri’ndeki kayıtlara göre bu dönemlerde Ankara, Çankırı, Bilecik ve Kırşehir’e bağlı köylerde birçok Reaya, Rumeli’ye kaçmıştır.[33]
Devşirme Osmanlı egemen zümresine karşı başkaldıran Türkmenler, bitip tükenmek bilmeyen iç çatışmalarla yaylak ve kışlak alanlarını, göç yollarını bile değiştirmişlerdir.
Bu dönemde halk destanlarının yegâne kahramanı olarak edebileşen ve efsaneleri bugünlere gelen, Cumhuriyetle birlikte Bolu’da anıtı dikilen Köroğlu’nun da (Köroğlu Ruşen) Celali isyancılarından olduğu hatırlandığında, Osmanlı ile geniş Türkmen kesimleri arasında açılan uçurumun ciddiyeti, sanırız daha iyi anlaşılır.
Gerede ve Bolu arasında Celali haydutluğu yaptığı 1584’den bu yana faaliyetlerini sürdürdüğü, askeri memur ve kadıların kendisiden korkusundan yaptıklarını gizlediği anlaşılan Köroğlu Ruşen, Çift-bozan denilen ve iş bulamadığı için haydutluk yapan Anadolu Türk köylüsüne mensup bir gençtir. Bu Köroğlu’nun destanlara geçen başkaldırısı “Osmanlı sancak beyi” bulunan “Bolu Beyi”nedir.[34]
Osmanlı Devleti’nin büyük sarsıntılar geçirdiği, ortalıkta bundan yararlanan derebeylerin türediği, vilayetlerde valilerin halkı ezdiği, çifte vergilerin alınıp zulmün her çeşidinin yapıldığı bir dönemde Köroğlu haksızlığa ve zülme karşı ayaklanmış, babasının gözlerine mil çektiren zalim Bolu Beyi’nin ordularını bozup dağıtmış, o da “Celali isyanları” boyunca bir “Celal” olup celallenmiştir.[35]
Destanı Azarbeycan ve Anadolu’da yaygınlaşan Köroğlu, aşıkların dağarcığında önemli bir yer tutmuş, neredeyse dünyayı düzeltecek bir yiğit oluvermiştir. Bu dönemin çetebaşının bu efsanesi, bırakın imparatorluğunun son dönemlerini, bugünlere kadar uzanmıştır.
Kırşehir’de “Kulaksız Yusuf” gibi memleketin birçok yörelerende görülmeye başlayan Levent ve Sekban Bölükbaşları’nın “Köroğlu ruhu” taşıyan kimseler olarak tanımlanması, Anadolu’daki Osmanlı-Türkmen halk uçurumunun ne hâle geldiğini anlatmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın iki şehzadesi Selim ile Beyazıt arasında 1558’de silahlı çatışmaya varan taht kavgası, Anadolu’yu içinden çıkılmaz çalkantılara sürüklemiş, padişahın ve kapıkullarının desteklediği Selim’in ordusu, Beyazıt’ı tahta geçirmek amacıyla saldırmışlar, iki kardeşin taht kavgası, birbirine hasım taraflar yaratmış. Bu durum Anadolu’nun yeni baştan yağmalanmasına neden olmuştur.[36]
30 Mayıs 1559’da Konya’da meydana gelen kanlı savaşta, Selim’in ordusuna karşı Beyazıt’ın tımarlı sipahilerince yönetilen ordu, ağır bir yenilgiye uğramış, şehzade de yakın adamlarıyla birlikte Amasya’ya geçmiş, Beyazıt taraftarı tımarlı sipahiler ve çiftbozanlar dağlara çıkıp Celali olmuş, Beyazıt da sonuçta İran’a sığınma yolunu tutmuştur.[37]
Başlangıçta Anadolu halkından toplanmış önemli bir kuvveti taht için arkasına alan Selim bu kuvvet mensuplarını yeniçeri ordusuna alacağını vaat etmiş, ancak hükümdar olduğunda bu sözlerini yerine getirmemiştir.[38]
CELALİ İSYANLARININ İKTİSADİ AYAĞI
KOÇİ BEY’İN OSMANLI PADİŞAHINA SUNDUĞU BU ARZ.
Koçi Bey, Reaya fukarası “Ahvâli Beyanı”nı Sultana arzederken sunduğu bilgiler, tam da bu noktada oldukça ciddi ipuçları vermektedir. Koçi Bey bu arzda Sultanın dikkatini çekmekte, özetle “1582 tarihine gelinceye kadar Reaya fukarasından her bir nefer başına kırkar-ellişer akçe cizye ve kırkar akçe ev avâruzı, iki koyundan bir akçe koyun vergisi alınmadığını, ancak mubaşir olanların cizyeden ve ev avâruzından ikişer üçer ve en fazla beşer akçe gulâlmiye adı ile para alındığını bundan fazla almaya kimsenin haddi olmadığını, vergi arttıkça halka karşı zulüm ziyade olduğunu âlemin harap duruma geldiğini, eskiden ev başına kırkar-ellişer akçe alınırken, şimdi yalnız Mîri için her neferden ikiyüzkırkar akçe ve her avâruzındanüçeryüz akçe, koyun başına da bir akçe tayin olunduğundan şikâyetçi olmakta “velhasıl şimdiki halde Reaya fukarasına olan zulüm hiçbir tarihte, hiçbir iklimde, hiçbir padişah memleketinde olmamıştır.” demekte ve kıyamet gününde zulümün padişahlardan sorulacağı, vezirlerden sorulamayacağını, zavallıların göz yaşlarının dünyayı fenalığa boğacağını, fukaraların iyi düzeninde padişahların cennetlik olmasına sebep olacağını” belirttikten sonra “Bâkî emr ü ferman Saâdetlû Sultanım hazretlerinindir” deyip arzı bitirmektedir.[39]
Osmanlı resmi vesikası sayılan Koçi Bey’in Osmanlı padişahına sunduğu bu arzdan da görülebileceği gibi, “Celali isyanlarının sadece iktisadi ayağı bile başlı başına bir sebep”tir.
Anadolu’da bu dönemde en küçük askeri hizmetler bile “Devşirme Ocağı”nda yetiştirilirdi. Sunni olsun Şii olsun, Türkmenler’e sadece çiftçilik yapmak kalıyordu. Köylü Türkmenler’e bir tek açık kapı medreselerdi. Ama medreseler de onlara devlet kapısında iş sunmuyordu. XVI. yüzyıl ilk yarısında bu medreselerde öylesine bir öğrenci yoğunluğu yaşandı ki işsizlik nedeniyle medreseler, gelişen isyanlara bitmek bilmeyen potansiyel bir güç kaynağı oldular.
Celali isyanları boyunca aranan suçlular bir sancaktan başka bir sancağa kaçmıştır. Bir ara o yıllarda Kırşehir Valisi bulunan Memiş Bey’e, öne çıkan iki eşkıya başbuğlarını yakalamak için özel görev verildiği düşünüldüğünde, 1560’lı yıllarda tüm Anadolu’yu saran toplumsal çalkantıların Kırşehir’i de sarmaladığı görülür.
Aynı dönemde “Kırşehir Kadısı”nın İstanbul’a gönderdiği bir mektupta “Kırşehir sancak beyi seferde olduğundan ona vekâlet eden piri ile subaşı Hüseyin’in halktan kanun dışı vergi topladıkları”nı belirtmesi resmi Kırşehir yöneticilerinin de soygun ve yağma işine karıştıklarını ortaya koyar.[40]
Kaynaklar Kırşehir, Ankara, Koçhisar yöresinde güçlenip tam bir Celali Başbuğu olarak ortaya çıkan tımarlı sipahi ve Mültezim Vefa Bey’in geniş bir bölgede etkinlik sürdürdüğüne dikkati çekmekte, konuyla ilgili olarak Divan ile Ankara Sancak Beyi arasındaki yazışmalar da bu durumu belgelemektedir.
1575’te “Çiftbozan – Levent “ hareketlerinin “Celali bölükleri” haline gelmesiyle, bu bölüklerin en serbest dolaştığı yerlerden biri de Kırşehir olmuştur.
1577 yılında “Bozok Şambayatı” oymağına mensup “Şam Diyade” adındaki Türkmen aşiretlerinden bir şahıs, “Şah İsmail” olduğunu öne sürerek “Güneydoğu Türkmenleri” arasında toparladığı büyük bir taraftar topluluğu ile Malatya taraflarındaki aşiretleri de yanına alarak 50 bin kişilik bir kuvvetle Hacıbektaş’a gelmiş, bu kalabalıkla Hacıbektaş’ta kurban kesmiştir.[41]
1577’de başlayan ve 12 yıla yakın süren İran harbi sırasında Osmanlı’nın sınırı Hazar Denizi’ne dayanmış, insan ve para sarfiyatı Anadolu Türk halkını büyük bir sıkıntı içine sokmuş, bu harbin başladığı yılda da adı geçen ve yukarıda bahsedilen Şah İsmail hadisesi yaşanmıştır. Bu hadise, vergi almak hususunda yapılan baskıların bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştır.[42]
BÜYÜK TÜRK AİLELERİNİN PEK ÇOĞUNUN MAHVOLUP GİTMESİ..
Kırşehir, Aksaray, Niğde yöresinde isyancıların zulümlerinin arttığı Divan’ın Kırşehir Bey’ine ve Hacıbektaş, Salmanlı Kadıları’na yazdığı hükümlerden anlaşılmakta, çok daha önemlisi Salmanlı Kadısı’nın ve Kırşehir Bey’inin Kaymakamı’nın İstanbul’a yazdıkları bir arzda, içler acısı bir manzara ortaya çıkmaktadır ki bu arzda “eşkıya dağılmadığı takdirde halkın hicret edeceği” bildirilmektedir.[43]
Nitekim köylerini boş bırakan halkın önemli bir kısmı dağlara çekilmiş, erkekler levent olmuş, bir kısmı şehirlere ve kalelere göçmüş, borçtan kaçan halk, sancak değiştirmiş, Amasya’dan Ankara’ya ve Kırşehir’e gelip yerleşenler olduğu gibi, Bozok’tan Ankara’ya ve diğer yerlere gidenler de olmuştur.[44]
Kayseri, Niğde, Bozok ve Kırşehir, bir dönem Tavil Ahmet ve Karakaş’ın başını çektiği Celaliler tarafından istila olmuş. Bu dört sancağın, dolayısıyle Kırşehir’in de muhafızı bulunan Kurt Ahmet Paşa, Celali Deli Hasan’a karşı Sokulluzade Vezir Hasan Paşa’nın yerine, Celali Serdarı olan Hüsrev Paşa tarafından atanmıştı.[45]
Konaklar yıkıldı ahır yapıldı,
Sabi, sıbyan, mekteplerden çekildi,
Gel etme diyenin evi yıkıldı,
Kurt Paşa dev oldu zül padişahım.
Kurt Ahmet Paşa[46] muhafazasına memur olduğu Kırşehir Sancağı’nı, 7-8 yaşlarındaki kardeşi, Derviş’e aldığını iddia ederek 300-400 atlı ile birlikte Kırşehir’e gelmiş, hanlar ve kervansaraylar dururken gözüne kestirip beğendiği evleri zorla boşalttırmış, bütün at ve develeri sürmüş, salmalar toplamış, kendisi de Kırşehir’de iki ay kadar kalmıştır. Kırşehir’den ayrılırken kendisine subaşı tayin etmiş, mahalle başına 10-15 kuruş haraç bağlamış, odun lazım olduğunda Kırşehirli’nin dükkânlarını yıktırmıştır. Bu sıralarda Kırşehir’de resmi şahsiyetler olarak bulunan kadı, silahdar ve maksut halktan “avaruz akçesi” topladıklarından dolayı üzerlerinde bulunan 10 bin altını kurtarmanın derdine düşmüş, kendi leventleri ile birlikte Kırşehir’e yakın Cümle [47] Kalesi dizdarlarıyla birleşerek kendi canlarını ve altınlarını zor kurtarmış Cümle Kalesi’ne kaçmıştır. Kurt Ahmet Paşa kaleye hücum etmiş, kendi subaşısı Davut ve katibi bu çarpışmada kalede ölmüş, kendisi de Kayseri taraflarına yönelmiştir.[48]
Prof. Dr. Mustafa Akdağ tüm bu özetini sunduğum bilgileri, Kırşehir Kadısı’nın halk namına yolladığı uzun bir arzdan alarak naklettiğini duyurmaktadır.[49]
Akdağ, yine 1635 yılına kadar 12 yıl Anadolu’yu dolaşan Katip Çelebi’nin “Anadolu’da köylerin çoğunun harap olduğunu, İran’da harap köy görmediğini” de aktarmaktadır.[50]
1603 yılından itibaren hadiseler dehşet verici bir boyut almış, açlıktan ve soğuktan pek çok insan ölmüş, köylerde tarlalar ekilmedik halde kalmış, büyük Türk ailelerinin pek çoğu mahvolup gitmiştir.[51]
1609’da İran’a giden Celaliler’in sayısı mevcut kanaatlerin aksine çok fazla olup, Tebriz’e vardıklarında bu sayı 14 binlere yaklaşmıştır. İran’a bu kadar Celali’nin gidişinde Hırvat asıllı Kuyucu Murat Paşa’nın, Celaliler’e karşı gösterdiği şiddet etkili olmuş, Kuyucu Murat Paşa eline geçirdiği Celaliler’i öldürerek kuyulara doldurmuş, gerek savaşlarda gerekse sonradan yakalanıp öldürülen Celaliler’in sayısı 30 binlerin üzerine çıkmıştır.[52]
Peçevi Tarihi’nde bu paşa için; “asileri murdar gibi kuyulara doldurttuğu” yazılıdır ki, Hırvat asıllı bu caninin Türkmen isyancıları öldürdükten sonra ve beklide önce kuyulara doldurması ile ünlendiği ve kendisine bu sebeple” Kuyucu Murat Paşa” dendiği bilinmektedir.
Ünlü Celali elebaşılarından Tavil Ahmet’in kardeşi Memun, 7 bin kişilik bir kuvvetle Kırşehir yöresini istila ettiğinde, bu Meymun’un adamları da Kuyucu Murat Paşa’nın baskınıyla öldürülmüştür (1607).[53]
Fatih’le beraber iktidara geçen devşirme zümresi XVII. yüzyıl’ın ikinci yarısına kadar devlete hâkim olmuş ve asrın sonuna kadar da ehemmiyetini kaybetmemiştir. Bu tarihten itibaren devletin başında Türk menşeli Vezir-i azamlar görülmeye başlamıştır.
1610 yılına kadar kısmen yatıştırılan Celali isyanları süresince, köyler insandan arınırcasına boşalmış, bir yığın insan yurtlarını bırakıp gittikten sonra köylerde kalanlar; ya eşkıyanın bir şeyini bulamayacağı fukaralar ya da kaçanların bağ ve bahçelerini yok pahasına satın alan ve sayıları her köyde birkaç kişiyi geçmeyen “Toprak Ağalığı”na yönelmiş kişilerdir.
“BOZ ULUS”UN”, ORTA ANADOLU’YA GELİŞİ…
Celali hareketlerinin nispeten son bulduğu zamanın hemen akabinde, kışın Mardin’in güneyinde çölde kışlayan, yazın Erzurum – Erzincan arasındaki yaylaklarda yaşayan eski “Ak-koyunlu elinin kalıntısı, Boz ulus”, Orta Anadolu’ya gelmiştir (1613).
Bu elin eski yurdunda çok az bir kısım kaldı esasen Boz ulus XVI. yüzyıl’da mahalli idarecilerin ektirmek ve köyler kurmak suretiyle yaylaklarının daraltırmasından şikayetçi olmuştu. Hükümet, Boz ulusun Orta Anadolu’ya gelişinden memnun olmayıp Karaman ve Anadolu Beylerbeyine fermanlar gönderip geldikleri yere gönderilmesini emrettiyse de, bu emir hiçbir zaman tatbik edilememiş, Boz ulus Orta Anadolu’da kalmıştır. Boz ulusa bağlı bazı oymaklar vergi borçları yüzünden Adalar denizi kıyılarına ve Balıkesir taraflarına kadar gitmişlerdir.
Orta Anadolu’da ve Batı Anadolu’da “Türkmen” adlı oymakların görülmesi, Boz ulusun gelişi ile de ilgilidir. Boz ulusa bağlı “Karaca Kürt” Türkmen oymağı ile yine Türkmen “Kurutlu” ve diğer bazı oymaklar Kırşehir’i yurt tutmuşlardır ki, gerek Orta Anadolu’da gerek Batı Anadolu’da bugün “Türkmen” adını taşıyan köylülerin çoğu “Boz ulus”a mensuptur.[54]
II. Viyana Kuşatması üzerine Avusturya ve müttefikleri ile başlayan savaşın uzamasıyla “asker sıkıntısı” çekmeye başlayan Osmanlı Devleti başlangıçta kapıkullarıyla donattığı ordusuna Türk oymaklarına yer vermemiş, 1690’da Avusturya’ya karşı yapacağı sefere Türkmenler’den asker istemiştir.
İşte Kırşehir’de çok yaygın olan Boz Ulus’a bağlı oymaklar da bu sefere katılmış, aynı yıl içinde Türkmen oymaklarının bölgelere yerleştirilme işine girişilmiş, Boz Ulus’a bağlı Karaca Kürt Türkmen oymağı, Türkmen Kurutlu ve diğer bazı oymaklar Kırşehri’ni yurt tutmuşlar bazı birkaç oymak da Nevşehir ve çevresine yerleşmiştir.[55]
Kırşehir’in bu gün İlçesi bulunan Boztepe; ‘Yörük’ Türkmenlerinin yoğunlaştığı bir yerleşim yeri olmasıyla dikkati çeker.
1699 Yıl ve bu yılı takip eden zaman dilimlerinde; Kız melik, Çanakçı, Kırşehir sancağı , Köçekli, Yetikli, Kösefakılı, Korkorlu, Tokat, Zile, Aydın İli ve daha değişik yerlerde yaşayan Yörükler bu günkü Boztepe olan yerde yoğunlaşmışlardır.
Köçekli mevkiindeki molla Ali, Hacıoğulları, Pezioğlu(Sıfır Ali), Bu günkü Aydın ve Bektaş soyadını taşıyanlardan oluşmaktadır. Cilbiroğlu; Ellez, Memili, Kahya,İnan soyadını taşıyanlardan, Gevrekoğlu, Gevrek soyadını taşıyanlardandır.
Boztepe ‘ye yerleşen Ailelerin bir kısmı Çiçekdağ’ın Köçekli dedikleri köyleri ile Akçakent İlçesinin Çubuktarla, Korkorlu,Yetikli, Kösefakılı, köylerine sonradan gidip yerleştikleri gibi oralardan da gelip Boztepe’ye yerleşenler olmuştur. O dönemde civarda etkin bir ‘Ayan’’ lık süren Çapanoğullarınca Boztepe’nin önde gelen Aile reislerinden’Molla Ali’nin öldürüldüğü rivayet edilmektedir.
M.S.1700’de bu günkü Boztepe’ye özlü mevkii’nden Mükürler (Korkmaz soyadını taşıyanlar), Şabanlı mevkii’nden (Canpolat’lar Şimşek’ler, Arı’lar, Karadavutlar, Çelebi’ler ve İleri soyadını taşıyanlar),Kızmelik’den (Alkan ve Eroğlu soyadını taşıyanlar) ,Ceviz bağı mevkii’nden Alkan, Eroğlu soyadını taşıyanlar), Çanakçı mevkiinden (Oflaz, Altuntaş
Yorumunuz
başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına
alınacaktır.