Mustafa Kemal’in Sınıf ve Sürgün Arkadaşı,
İlk Gizli Örgütleşmenin Üç Kişisinden Biri,
1923-1939 Yılları Arası 2. 3. 4. 5. Dönem Kırşehir Milletvekili,
Şeyh Sait İsyanını Yargılayan Şark İstiklal Mahkemesi Üyesi,
Atatürk’ün “özdeş” soyadını verdiği
MÜFİT KIRŞEHİR (1)
Henüz Harp Akademisi 1. Sınıfında 45 kişiyle başladıkları askeri öğrencilik yılları sonunda 1904 Aralığında Mustafa Kemal’le birlikte kurmaylığı hak kazanan 13 kişiden biri de Müfit Kırşehir’di (Lütfi Müfit Özdeş).
Son 3 yıllık ders notlarına göre Mustafa Kemal beşinci, Ali Fuat (Cebesoy) sekizinci, Müfit Kırşehir (Özdeş) onüçüncü olarak mezun olmuşlardı.(2)
Harp okulu yılları Müfit Kırşehir ile Mustafa Kemal arasında gerek memleketin içinde bulunduğu durum gerekse samimi dostluklar yönüyle son derece iyi ilişkilerinin temelinin atıldığı yıllarda olmuştu.
SINIFARKADAŞLARI ALİ FUAT CEBESOY ANLATIYOR:
Sınıf Arkadaşları Ali Fuat Cebesoy öğrencilik yıllarına ait anılarına şu notları düşer:
“Derslerimize muntazam çalışmakla beraber, kendimizi güzelim İstanbul’un eğlenceli muhitlerinden de mahrum bırakmıyorduk. Tatil günlerinde ve bazen de kaçamak olarak bunlara karışıyorduk. Kâh Mustafa Kemal’le başbaşa, kâh Arif Adana, Müfit Kırşehir ve Tevfik Selanikle beraber Beyoğlu’ndaki eğlence yerlerini dolaşır, hatta bir ara da içer ve müzik dinlerdik. Bazen Adalar’a da gittiğimiz de olurdu. Bir Perşembe günü son vapuru kaçırdığımız için Büyükada’da çamlar altında sabahladığımızı çok iyi hatırlarım”
“Halepli Kurmay Albay Zeki Bey kale savaşlarını okutur, hem dersanede harita üzerinde, hem de aramızda tatbikat yaptırırdı. Derslerini ilgiyle takip ederdik.
“Zeki Bey tatbikatta herkese bir vazife verirdi. Şahısları değiştirirken bazan hakikatte oluyormuş gibi:
“− Seni azlettim, yerine filancayı tayin ettim.
“Derdi. Birgün arkadaşlarımızdan Müfit Kırşehir (Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olup Cumhuriyet devrinde uzun süre milletvekilliği yapmış olan Müfit Özdeş) boş bulunmuş itiraz etmişti:
“− Fakat ben vazifemi yaptım. Ne için azlediyorsunuz kabahatim nedir?
“Albay Zeki Bey yarı ciddi yarı şaka şu cevabı vermişti:
“− İşte şimdi kabahat yaptınız, dikkatli değilsiniz. Çünkü azil muamelenizi bir ders devresine münhasır olmaktan ileri gitmeyeceğini anlamanız lazımdı.
“Müfit’in, ciddi bir azil muamelesi karşısında kalmış gibi davranmış olmasına o gün hepimiz gülmüştük. Dersten sonra Mustafa Kemal kendisine:
“− Mülazımlıktan mazun Kırşehir’li Müfit Efendi, buraya geliniz.
“Diye takılmıştı.” (3)
HARP AKADEMİSİ YILLARINDA OSMANLI YÖNETİMİNİ SORGULADILAR
Harp Akademisi yıllarında birlikte Osmanlı yönetimini eleştiren, sarayın ajanlarından sakınan Mustafa Kemal, Müfit Kırşehir ve yakın arkadaşları Sultan Hamit devrinin korkunç baskısı altında ortaya çıkan fikirlerle tanışmakta, Namık Kemal’in kitaplarını ve Avrupa gazetelerini temin etmekte harbiye yatakhanesinde herkes yattıktan sonra gizli gizli okumaktadırlar.
Mustafa Kemal düşüncelerine yakın bulduğu güvenilir arkadaşlarıyla birlikte tuttukları bir pansiyonda zaman zaman gizli toplantılar düzenlemiş sonuçta izlenmişler ve Müfit Kırşehir’le beraber tutuklanmışlardır ki bu durumu Kılıç Ali (Ali Kılıç) şöyle aktarır:
“Mustafa Kemal erkânıharbiye sınıflarının sonuna kadar bu işlere böylece devam etmiş, durmuştur. Mektepten yüzbaşı olarak çıktığı sıralarda bu işe daha fazla ehemmiyet vermiş ve esaslı olarak üzerinde çalışmak üzere kendisiyle hemfikir olan arkadaşlarıyla birlik teşkil ederek bir pansiyon tutup arasıra bu pansiyonda gizlice toplanmaya başlamışlar. Mustafa Kemal’in bu hareketleri yakından takip edildiği için nihayet bir gün Zülüflü İsmet Paşa’nın adamları tarafından tevkif edilmiş. Bir müddet ayrı olarak hapsedildikten sonra, bir gün arkadaşı eski Kırşehir mebusu merhum Lütfi Müfit Bey’le birlikte mabeyni hümayuna götürülmüş. Orada kendilerini Abdülhamid’in başkâtibi, vüzeradan Tahsin Paşa ile Zülüflü İsmail Paşa uzun uzadıya sorguya çekmişler. İfadeleri alınmış. Neticede pansiyonda toplandıkları tespit edilerek bundan dolayı birkaç ay hapis yatırılıp bilâhare serbest bırakılmışlar. Atatürk, işi bu kadar hafif atlatmakta ve üç ay hapisle iktifa edilmesinde Rıza Paşa’nın tesiri olduğunu sitayişle (övgüyle) hikâyelerine ilave ederlerdi.”(4)
Esasında Mustafa Kemal ve arkadaşları bir gün Fethi isminde eski fakat askerlikten atılmış bir arkadaşına rastlamışlar, durumuna acıyarak tuttukları pansiyona almışlar, ancak bu şahsın askeri okullar müfettişi İsmail Paşa’nın gizli ajanı olduğunu sonradan öğrenmişler, atama emrini bekleyen Mustafa Kemal ve Müfit Kırşehir’in tuttukları yere baskın yapılmış ve sorguya çekilmişlerdir. Sorguda II. Abdülhamit’e yönelik suikast üzerinde durulmuş, bu durum kanıtlanamayınca da gizli cemiyet iddiası ortaya atılmıştır.(5)
5. ORDU MERKEZİ ŞAM’A SÜRGÜN
Bu takip, tutuklama ve nihayet salıvermenin ardından 1904’de Erkânıharbiye Yüzbaşısı olarak mezun olan Mustafa Kemal ve Müfit Kırşehir stajlarını tamamlamak üzere Şam’a gönderilir ki bu bir tür “sürgün”dür. (6)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Şam 5. Ordu merkezi’dir.
Bundan sonrasını yine o dönem 5. Ordu’ya tayin edilen Ali Fuat Cebesoy’dan öğrenelim:
“5. Ordu’ya, 5 Şubat 1905’te tayin edilmiştik. Hazırlıklarımızı kısa zamanda tamamladık. İstanbul’da daha fazla kalmak tehlikeli idi. Yeni yeni hafiyelerin karşımıza çıkması ve saraya jurnal verilmesi her zaman için mümkündü. Aynı günlerde çantasında Jön Türkler’in Avrupa’da yayımladıkları derginin son sayısı bulunduğu için genç tıbbiyelilerden birinin tevkif edildiğini duymuştuk. Mustafa Kemal, ben, Müfit Kırşehir ve diğer bazı mümtaz yüzbaşılar İstanbul limanından kalkan bir Nemse vapuruyla Beyrut’a hareket ettik. Soğuk ve karlı bir hava idi. Buna rağmen üç kurmay arkadaş, geminin güvertesinde bir hayli kaldık. Teessürümüz artık geçmişti. Çünkü biz, bu mübarek ve aziz askerlik mesleğini seviyorduk. Mustafa Kemal:
“− Bizim için hayat yeni başlıyor.
“Diyordu. O akşam, geminin yemek salonunda kendimize güzel bir ziyafet çektik. Birinci mevki kamarada seyahat ediyorduk. Gece gayet neşeli geçti. Güldük, eğlendik. Yalnız ihtiyatı elden bırakmıyorduk. Gemide hafiye ve casus olabilirdi. Ertesi günü öğle üzeri İzmir’e geldik. İzmir’i ilk defa görüyordum. Üç arkadaş bir araba tutarak Kordonboyu’nda dolaştık. Şehir fevkalade güzeldi. Sahildeki gazinolarda orkestralar çalıyordu. Birine girmek istedik, fakat sonra vapuru kaçırmaktan korkarak bundan vazgeçtik. Beyrut’a kadar tatlı bir yolculuk yaptık. Fazla deniz de olmadı. Talihimiz varmış. Beyrut’ta önceki kafile ile gelen sınıf arkadaşlarımızdan Kurmay Yüzbaşı Hayri Davutpaşa ile Mümtaz Yüzbaşı Trabzonlu Halil Rifat bizi karşıladılar. Bunlar, ordu merkezi Şam’a giderek, kendilerini Beyrut’taki nişancı taburuna tayin ettirmek imkânını bulmuşlardı. O gece bizi bırakmadılar, çalgılı bir gazinoya götürdüler, temiz ve rahat bir otelde de misafir ettiler. Trabzonlu Rifat, Beyrut’u çok methediyor:
“− Buraya tayin edilseniz, İstanbul’u aramazsınız.
“Diyordu. Şam da fena sayılmazdı, ama burasıyla mukayeseye imkân yoktu. Trenle Şam’a geldik. Üç arkadaş beraberce ordu müşiri Hakkı Paşa’yı ziyaret ettik. Bize karşı iyi davrandı. Babamın sıhhatini sordu. Yeni tayin edileceğimiz vazifelerimizde başarılar diledi. Hüsnüniyet sahibi ve babacan bir müşirdi. Ne çare ki ordusu bir kudret ve kuvvet olmaktan çok uzaktı. Sokakta rastladığımız askerlerin de kılık kıyafetlerinin düzgün olmadığını görmüştük. Kumandanın odasından çıktıktan sonra kapıda Müşir’in oğlu Haydar’ı gördük. Haydar’ı okuldan tanıyordum. Bizden bir sınıf aşağıdaki Zadegân sınıfından çıkmıştı. Hünkâr yaveri ve üsteğmen rütbesinde idi. Benim yanıma yaklaştı:
“− Babamın emri var, dedi. Bizde misafir olacaksın.
“Mustafa Kemal ile Müfit bizden önce gelen kafiledeki arkadaşlarda misafir kalacaklardı. Şam’da üç gün kaldım. Haydar bizi bazı eğlence yerlerine götürdü. Mustafa Kemal 30. Müfit Kırşehir 29. Suvari alaylarına tayin edildiler. Bunların merkezi Şam’dı. Staj görevlerine derhal başladılar, beni de Beyrut’taki suvari alayına gönderdiler. Beyrut’taki suvari alayının tarihi bir özelliği vardı. Lübnan muhtariyet kazandıktan sonra 1866’da teşkil olunmuştu. Padişahın tayin ettiği hristiyan mutasarrıfın muhafazası görevi de bu alaya verilmişti. İlk sıralarda alayın efradı Türk, subaylarıda hristiyan olacaktı. Teşekkül tarihinde, subayların çoğunluğu Polonyalı ve Macar mültecilerdi. Ben tayin edildiğim sıralarda, alayda o zamandan kalan Polonyalı bir binbaşıyla karşılaşmıştım. Suvari alayının bir bölüğü Lübnan mutasarrıfının oturduğu Beteten sarayında muhafız olarak vazife almıştı. Bir tesadüf, beni bu bölüğe gönderdiler. Mutasarrıf, aynı alaydan yetişmiş ve müşirliğe kadar yükselmiş olan aslen Polonyalı Muzaffer Paşa idi. Mustafa Kemal ile teması muhafaza ediyorduk. Bazen ben Şam’a gidiyordum, bazen yanına Müfit’i de alarak o Beyrut’a geliyordu. Devlet idaresindeki kötülükten, idare adamlarının kayıtsızlığından, bu yüzden halkın çektiği ızdıraplardan, ordunun eğitim ve öğretim alanındaki eksikliklerden, subayların bilgi kifayetsizliğinden yana yakıla dem vururdu. Osmanlı İmparatorluğunun her bölgesinde olduğu gibi Suriye’de de ayaklanmalar eksik olmuyordu. Ordu ve bilhassa suvari birliklerinin başlıca görevi ise bu isyanları bastırmaktı. 29. ve 30. Suvari alayları da tenkil hareketlerinde görev alıyordu. Fakat bir isyan neden çıkar, halkı bu isyana kimler zorlar, bunu araştıran çıkmıyordu. Bir defasında Mustafa Kemal ile arkadaşına Havran’da çıkan karışıklıklar üzerine teşkil edilen mürettep tümende görev vermek istemişlerdi. Mürettep kuvvetler yalnız isyanı bastırmakla kalmıyorlar, sömürücü bir zihniyetle talan yapıyorlardı. Elbette Mustafa Kemal’in bunun sebebini soracaklarını anladıkları için onu beraberine almaktan korkmuşlardı. Fakat o demir gibi bir irade ve azmiyle kendini kabul ettirmişti. Bu olaydan bahsederken:
“− Budalalar, beni parayla satın alacaklarını bile sandılar, fakat sonra avuçlarını yaladılar, diyordu.
“Mustafa Kemal henüz siyasi faaliyete başlayamamıştı. Yürekli ve inanmış beş on arkadaşı Şam’da bir araya toplayamıyor, istediği ortamı bir türlü bulamıyordu. Beyrut’a müşterek bir iki teşebbüsümüz olmuş, fakat müsbet bir sonuç alamamıştık. Beyrut’a geldiği zamanlar, itiraf etmek lazımdır ki, eğlence alemlerinden pek uzak kalamıyorduk. 23-24 yaşlarında kanı kaynayan genç subaylardık. Basal Otel’inin karşısında ve bugünkü Hotel Neus’un yerinde bir Alman birahanesi vardı. Deniz kenarında ve direkler üzerinde kurulmuştu. Schrender adındaki bu gazino hem yemek, hem içki verirdi. Aileler de gelirdi. Akşamları burada oturur, bir-iki kadeh bira içerdik. Çalgı olmadığı için nispeten sakin sayılırdı. Uzun uzun konuşmaya ve dertleşmeye müsaitti.” (7)
İKİ ARKADAŞ; “İSYAN BASTIRMAK” MASKESİ ALTINDA “SOYGUN DÜZENİ”N İÇİNE ATILIYORLAR AMA MÜFİT ALTINLARI ALMIYOR.
Şevket Süreyya Aydemir Mustafa Kemal ve diğer bir sürgün arkadaşı Müfit Kırşehir’in Şam günlerine ilişkin manzaralarını şöyle çizer:
“Mustafa Kemal ve arkadaşı resmen, oradaki 29. ve 30. Suvari alaylarında staj göreceklerdir. Fakat kendilerine vazife verilmez. Hele kumandaya hiç karıştırılmazlar. Gerçi onlarında alayda kumanda ettikleri bir bölük vardır. Ama bir gün alay vazife alıp da harekete geçerken, onlara haber verilmez bile. Onlar hareketi kenardan haber alıp, Mustafa Kemal’in bağlı olduğu 30. Alay kumandanına koştukları zaman gayet soğuk karşılanırlar. Mustafa Kemal sorar:
“− Alayınız bir vazife almış gidiyor. Bu alay içinde kumanda etmekte olduğum bir bölük var. Benim de beraber gitmekliğim lazım değil mi? Niçin bana haber vermediniz?
“Cevap açık ve kesindir:
“− Siz bu alayda stajyersiniz. Kumanda ettiğiniz bölüğün asıl kumandanı bugün vazifesini aldı. Siz kurmaysınız. Böyle çetin işlere gelemezsiniz. Ben sizin Şam’da kalmanızı tercih ettim. Maaşınız verilecektir. Merak etmeyiniz.
“Mustafa Kemal’le arkadaşı çok üzgündürler. Baş vuracak makam arıyorlar. Suvari tümen kumandanını gözleri tutmuyor. Doğruca ordu kumandanına baş vurmaya karar veriyorlar. Karargâha varıyorlar. Yaverlerden, kumandanın kendilerini kabul etmesi ricasında bulunuyorlar. Yaver haber veriyor. Fakat kumandan bu müracatı o kadar ‘küstahça’ ve üsülsüz buluyorki kendi ifadelerine göre onları kovuyor. Sokak ortasında kalmış bir vaziyette ve artık birbirleriyle de konuşamayacak kadar müteessirdirler. Fakat Mustafa Kemal çabuk karara varıyor:
“− Bizde gideriz!
“− Nasıl?
“− Olduğumuz gibi. Zaten atlarımıza binmiş bulunuyoruz. Hareket eden kuvvete katılırız.
“Katılıyorlardı. Ama onlara kimse bakmıyor. Kimse iş vermiyor, yiyecek vermiyor. Hatta yatacak bir yer, bir çadır bile göstermiyorlar. Gece aç ve açıktadırlar. Nihayet kendi emirerleri bu terk olunmuş amirlerine kendi çadırlarını teklif ediyorlar. Hatta atlarına birer saman dolu çuvalda çekiyorlar. Ertesi sabah, 30. Alaydan bir bölük kumandanı, geceyi aç geçirmiş olan bu iki kurmay yüzbaşıyı kendi çadırına çağırarak onlara çay ikram ediyor. Bölük kumandanı bu iki yeni adama karşı takınılan tavırların ve gösterilen muamelenin iç yüzünü, uzun tecrübelerine göre gayet iyi sezmektedir. Onlarla açık konuşuyor:
“− Arkadaşlar, görüyorsunuzki size asla kumandanlık vazifesi vermeyeceklerdir. Bunun sebebleri vardır. Bana ise bazı hususi vazifeler verilmiştir. Bu işte bana yardım ederseniz ve bunu katiyen kimseye söylemeyeceğinize dair söz verirseniz size faydalı olabilirim.
“Derhal hissettilerki bu bölük kumandanına verilen vazife ‘utanılacak’ bir vazifedir. Çünkü Şam’dan harekete geçen bu birliğin yürüyüşü Havran üzerineydi. Seferin gayesi de ‘tedip’ yani bir isyan bastırmak maskesi altında, kısaca Havran’ı soymak, talan etmektir...
“Mustafa Kemal’in bu şüphesi daha ilk hareketlerde doğrulandı. Birlikler Havran’da geniş bir yağma, talan, gasp ve katliam hareketlerine daldılar. Kendilerinin varlığıyla kimse ilgili değildi. Zulmü önlemek için ellerinden pek bir şey de gelmiyordu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu denilen kağşamış sefaletin de iç yüzünü, bir köşesinden çok yakından görüyorlardı.”
“Nice yıllar sonra Mustafa Kemal bu harekâttan arkadaşı Müfit’e bahsederken şunları söylemektedir:
“− Hatırlar mısın Müfit, Şam’dan bu kuvvete katılmaya karar verdiğimiz dakikada bir suvari teğmeni bana demişti ki: Beyim, size büyük hürmetimiz var. Bu sefere gitmemenizi tavsiye ederim. Bilmezsiniz, düşünemezsiniz beyim, hayatınız bile tehlikeye girebilir. Sizi öldürürler. Bugün, bütün Suriye ordusuna şâmil bir müşterek menfaat vardır. Siz bu menfaate mani olacak gibi görünüyorsunuz. Bunu kimse kabul etmez. Hayatınız mevzuubahistir.
“Fakat bu sözler Mustafa Kemal’in sefere katılması kararını daha da pekiştirmişti.
“Harekât, çok yüzkızartıcı bir kargaşalık içinde gelişir. Mürettep kuvvetin – onun tabirince – ‘hırsız’ları çok dikkatli idiler. Mustafa Kemal’i imha etmeyi düşünmüşlerdi. Hatta bir gece ordugâhda, kaldığı çadırı sardılar. Fakat o da tedbirlidir. Hatta zaman zaman onun harekâta yardımını bile istemek zorunda kalınır. Talan sonunun paylaşılmasında elinden geldiği kadar engeller çıkarır. Ordu da katıldıkları bu ilk seferde Mustafa Kemal, Osmanlı Hükümeti namına yapılan haydutluğun ne olduğunu anlamıştır.
“Kaldı ki Suriye’de Havran ve Dürziler sahası, imparatorlukta bu türlü tertip, bu türlü yağma hareketlerinin yürütüldüğü sahaların yalnız bir tanesiydi. Her tarafta ya devlet ya eşkıya halkı soyuyordu. Yahut bu güvensizlik içinde halk devlete dayatarak, ona ödemek zorunda olduğu mal ve can vergisini mümkün olduğu kadar devletten kaçırarak, devleti halsiz bırakıyordu. Mustafa Kemal’in daha ilk adımda bu sert gerçeklerle karşılaşması onun için üzücü olduğu kadar da düşündürücü ve uyarıcı oldu. Bir defa karar verdi ki, günün değil, yarının adamı olmak lazımdır. Hatta bir vesile ile arkadaşı Müfit’e de hatırlattı. Soygun ekipleri, kendi aralarındaki dalavereli hesaplardan bir miktar altını da Müfit’e vermek istemişlerdi. Müfit almadı ve işi Mustafa Kemal’e haber verdi. Mustafa Kemal şahlandı:
“Müfit, sen buğünün adamı mı olmak istersin, yoksa yarının mı?
“Evet onlar yarının adamı olacaklardı ve görüyorlardı ki, o günün adamlarına değil yarının adamlarına ihtiyaç vardır.
“İki suvari alayı ve birçok topçu bataryalarıyla yürütülen bu hareket başladığı kadar kötü şartlar altında gitmişti, Şam’a dönüldü. Bu arada Mustafa Kemal, mürettep kuvvet kumandanı olan Lütfi Bey’le de dost oldu. Bu zat kötü bir nizama istemeyerek karışmıştı. Dürüst bir insandı. Çünkü birgün Şam’da Mustafa Kemal’le beraber çarşıda dolaşırlarken, Mustafa Kemal ona altı üstü birbirini tutmayan kıyafetini işaret edince, o açıkça:
“− Kemal, hakikat gördüğün gibidir. Bundan başka gördüğün pantolonum yok,
diyebilmiştir.
GİZLİ İHTİLALCİ ‘VATAN VE HÜRRİYET CEMİYETİ’NİN ÜÇ KİŞİ ARASINDA KURULUŞU
“İşte bu çarşı gezilerinden biri sırasındadır ki, Mustafa Kemal, Müfit ve Lütfi Şam’da Hamidiye çarşısının bir yerinde, küçük bir dükkancıkta önemsiz alışverişlerile rızkını çıkarmaya çalışan birisiyle tanışıyorlar. Burası esnaftan Mustafa Efendi’nin dükkanıdır. Mustafa Efendi, ayağında kundura yerine nalınla dolaşan babacan bir adamdır. Dükkan rahat olmadığı için sandalye getirtip dükkanın önünde oturuyorlar. Fakat Mustafa Efendi’nin hali Mustafa Kemal’in dikkatini çekiyor. Dükkanının içini görmek istiyor. Boş denecek kadar hafif raflar. Ortada bir masa. Ama masada ve raflarda birçok kitaplar. Tıbba, felsefeye, inkılaba, hatta sosyalizme ait eserler. Anlaşılıyor ki, Mustafa Efendi (Cumhuriyet devrinde Mustafa Cantekin) aslında bir tıbbiyelidir. Fakat hürriyetçi hareketlerden dolayı yakalanmış, mektepten çıkarılmış, Şam’a sürülmüştür. Mustafa Kemal onunla ilgileniyor. O günkü tanışmadan sonra bir gece Mustafa’nın mütevazı evinde buluşmaya karar veriliyor. O gece Doktor Mustafa’nın söyledikleri kesindir:
“− İhtilal yapmalı, inkılap yapmalı...
“Mustafa Kemal bu fikirlere çoktan hazırdır. Tıbbıyenin son sınıfından çıkarılıp sürülen Mustafa ilave ediyor:
“− İhtilal yapmalıyız. Çok kıymetli arkadaşlarımız vardır. İnkılap yapmalıyız.
“Müfit ayağa kalkıp bağırıyor:
“− Behemehal yapmalıyız!...
“Hepsi heyecan içindedir. Fakat Lütfi Bey bu hareketlere karışmak arzusunda değildir:
“− Sizinle beraberim. Ama benden bir şey beklemeyiniz, diyor.
“Mustafa Kemal durumu hallediyor:
“− O halde siz buradan derhal gidiniz. Bizim bundan sonra konuşacağımız şeyleri, sizin duymanız iyi olmaz!
“Lütfi Bey dostça ayrılır. Ondan sonra konuşmalar başlar. İhtilalden ve bu uğurda ölmekten bahsedilir. Ama Mustafa Kemal, ondan sonrada daima göstereceği hesaplı ve muvazeneli gayeciliği orada da gösterir:
“− Mesele ölmekte değil; ölmeden idealimizi yaratmak, yapmak ve yerleştirmektedir...
“Bu kısa cümlede onun mizacı ve büyük hikayesinin ona daima hakim olan bütün bir prensipler sistemi vardır: Ölümü ve tehlikeyi göze almak, ama ölmeden muaffak olmak, yaratmak, yapmak ve yerleştirmek... Bu mizaç ve karakter, heyecanın değil mantığın ve sağduyunun ifadesidir. Bu mizaç ve karakter örgüsü, Mustafa Kemal’in harekât ve icraatına, hayatının sonuna kadar hakim olacaktır.
MUSTAFA KEMAL’İN ŞAM’DAN, SELANİK’E FİRARI
“İşte gizli, ihtilalci ‘Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ orada ve o gece üç kişi arasında kuruldu.” (8)
Mustafa Kemal, Müfit Kırşehir ve tıbbiyeden atılma Mustafa Bey’in kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin 5. Ordu mıntıkasında gelişmesine imkan yoktur. Mustafa Kemal’in gözü bu noktada Makedonya üzerinde yoğunlaşır. Çok geçmez, Mustafa Kemal Şam’daki arkadaşlarına “Ben Makedonya’ya gidiyorum” der.(9)
Ne varki 5. Orduya tayin edildiklerinde ordu mıntıkasını terk edemeyecekleri daha önce kendilerine bildirilmiştir. Mustafa Kemal’in Şam’dan ayrılarak Selanik’e geçmesi açık bir “firar” suçudur. Ama dostlar bu günlerde lazımdır. Firar açığa çıkartılmamalı açığa çıkması durumunda da gerekli tedbirler alınarak örtpas edilmelidir.
Müfit Kırşehir firarın açığa çıkartılmaması için Yafa’daki nişancı taburu kumandanı Ahmet Bey’le arkadaşlık kurup, ondan faydalanmanın çarelerini arayacak, yine sınıf arkadaşları bulunan Ali Fuat Salacak (Cebesoy)da olası bir tehlike durumunda Şam’a geçerek üsteğmen Haydar vasıtasıyla Hakkı Paşa’ya başvuracak Mustafa Kemal’de Selanik’te sürekli mektup yazarak durum hakkında bilgi verecek, Ali Fuat, Müfit Kırşehir’le irtibatı muhafaza edecektir.(10)
Mustafa Kemal toprağın tohumlanmaya elverişli olduğunu anlamıştır. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi Şam’da da genç subayların hoşnutsuz olduğunu görmüş dahası okul yıllarında dost olduğu arkadaşı Müfit Kırşehir’in ona yardıma hazır olduğunu somut olarak yaşamıştır. Suriye’de kurulan örgüt yakın arkadaş çevresinde karargahlara dalga dalga yayılmış Mustafa Kemal’de önemli bir konuma gelmeye başlamıştır. Ancak Mustafa Kemal Şam’la sınırlı kalmanın boş bir çaba olduğunu anlamış, arkadaşları ona asıl devrim merkezinin Balkanlar olduğuna dair görüşler aktarmış Mustafa Kemal’i Selanik’e naklettirmenin çabası içine girmiştir.(11)
Mustafa Kemal firar etmiştir. Yafa’dan ayrılarak Mısır’a kaçar oradan Selanik’e geçecektir. Mısır’dan vapurla Pire’ye oradan da Yunan bandıralı bir başka vapurla Selanik’e varır ve annesinin evinde saklanır.(12)
Mustafa Kemal yakın çevresini de değerlendirerek bu firarı, uygun bir çözüm yolu bulup örtbas etmek peşindedir. Ali Fuat’a mektup yazarak durumu Kırşehir’li Müfit’e bildirmesini, Müfit’in de Yafa nişancı tabur kumandanı binbaşı Ahmet Bey’le teması sıklaştırmasını ister. Nitekim Trabzon’lu Halil Rıfat da gizlice Yafa’ya geçerek durumu Müfit Kırşehir’e bildirir.(13)
Müfit Kırşehir nişancı tabur kumandanı binbaşı Ahmet Bey’le görüşür. Kendisine önemli bir vazife düştüğünü hatırlatarak bu firarın açığa çıkmaması için elinden geleni yapmasını ister.
Ne var ki 5. Orduya gelen bir emirde Mustafa Kemal’in nerede olduğu sorulmuş, sonuçta firar İstanbul’un kulağına gitmiş, binbir güçlükle işler yoluna koyulurken Mustafa Kemal’de yeniden 5. Orduya dönmek zorunda kalarak Yafa’ya gelmiştir.(14)
Müfit Kırşehir’in Mustafa Kemal’in firar işini örtbas ettirmekte kullandığı çaba ve başarısını övgüyle anlatan Ali Fuat Cebesoy şöyle der:
“Arkadaşımız Müfit, kendisine havale edilen vazifeyi pek güzel yapmış, nişancı taburu kumandanı binbaşı Ahmet Bey’i iknaya muvaffak olmuştu. Ahmet Bey, genç erkân-ı harbiye yüzbaşısının nerede olduğunu soran İstanbul’a, Mısır hududunda Bir-i Sebi’de kıtalarının başında olduğu cevabını vermişti.”(15)
“Görevi emirleri uygulamak olan Ahmet Bey, onu gemide karşıladı. Mustafa Kemal’e belgelerini ve üniformasını getirmişti. Hemen sonra onu gizlice gemiden indirdi, kentin dışına çıkararak çok hızlı bir şekilde güneydeki Gazze’ye gönderdi. Bu sınır boyunda çatışma vardı ve bölgenin kumandanı Müfit Lütfi’ydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu kargaşa ve düzensizlik böyle bir aldatmacayı mümkün kılmıştı. Müfit Lütfü’de söz konusu süre içinde Mustafa Kemal’in kendisiyle birlikte olduğunu teyit etti.”(16)
NECİP ARAP KAVMİNE MENSUP PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜBAREK SOYUNDAN GELEN BU ÇOCUKLARA SERT DAVRANIR, AĞIR SÖZLER SÖYLERSİN?
Mustafa Kemal’in ve Müfit Kırşehir’in 5. Ordu günlerinde bir başka ilginç anı var ki Ali Fuat Cebesoy bunu şöyle aktarır:
“Mustafa Kemal, 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.
“− Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?
“Diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum. Bir gün, piyade stajını yaptığı Yafa’ya gittim. Piyade acemi devresi henüz yeni başlamıştı. Çoğunluğu o bölgeden toplanmış olan Arap gençleri teşkil ediyordu. Eğitim kadrosu ise Anadolulu kıta çavuşları olan Türk gençlerinden kurulmuştu. Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Uzun yıllar 5. Ordu mıntıkasında kaldığı halde Rumeli şivesini değiştirmemişti. Yüzbaşı, Anadolulu kıta çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu. Adını bugün pek hatırlayamadığım bu yüzbaşıyı ben de tanıdım. Fena bir adam değildi. Talimlerde, Türkçe bilmedikleri için verilen emirleri anlayamayan bazı erlerin yanlış hareketleri kıta çavuşlarının biraz sert davranmalarına yol açıyordu. Bunu gören yüzbaşı da çavuşları ağza alınmayacak sözlerle haşlıyordu. Bir gün Müfit Kırşehir (Özdeş) dayanamamış:
“− Arkadaş, demişti. Senin bu yaptığın hareket doğru değil.
Aynı uyarmayı, daha ciddi olarak Mustafa Kemal de yapmış, fakat bir etkisi olmamıştı. Bana bu bilgiyi veren Mustafa Kemal, bir hafta on gün önce cereyan eden bir olayı şöyle anlattı:
‘Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, kıta çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırttı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin izzetinefsini kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu:
‘− Sen, diyordu, nasıl olur da necip Arap kavmine mensup Peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil. Sen onların ayağına su bile dökemezsin.
‘Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başladı. Fakat gerçek itaatin sembolü olan her Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarında tanelenen yaşlar yanaklarına döküldü. Dayanamadım:
‘− Yüzbaşı efendi, susunuz!
‘Diye bağırdım. Birden şaşırdı. Sözlerinin bizden tasvip görmesini beklediği anlaşılıyordu:
‘− Yoksa fena bir şey mi söyledim?
‘− Evet, çok fena hareket ettiniz. Buna hakkınız yok. Bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir. Fakat senin de benim de Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkâr edilmez bir gerçektir.’
‘Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.”(17)
ŞARK İSTİKLAL MAHKEMESİ ÜYESİ MÜFİT ÖZDEŞ
Müfit Özdeş’in Şeyh Sait’in başını çektiği “Kürt – İslam Ayaklanması”nı yargılayan Şark İstiklal Mahkemesi üyesi bulunması, Mustafa Kemal’le daha harp okulunda başlayan tutuklama, salıverme ve birlikte sürgünle devam eden dostluğunun ve görüş birliğinin devam etmiş olması yönüyle oldukça ciddi bir hadisedir.
Kırşehirli Müfit Özdeş; Nuri Conker, Kılıç Ali, Salih Bozok, Cevat Abbas Güver, Ahmet Fuat Bulca ile birlikte Mustafa Kemal’in yakın ilişki halinde olduğu uzun süreli kişisel dost çevresi içinde yer almıştır.(18)
Şark İstiklal Mahkemesi Denizli milletvekili Mazhar Müfit’in (Kansu) başkanlığında Urfa milletvekili Ali Saip (Ursavaş) ve Kırşehir milletvekili Lütfi Müfit (Özdeş)den kuruluydu.
Şark İstiklal Mahkemesi savcıları ise Karası (Balıkesir) milletvekili Ahmet Süreyya (Örgevren) ve Bozok (Yozgat) milletvekili Avni Doğan’dır.(19)
Şeyh Sait’in Samaki’deki karargahında 4 Mart 1925’de Diyarbakır’a dört koldan saldırılacağı emrinden 3 gün sonra 7 Mart 1925’de Şark İstiklal Mahkemeleri üyeleri seçilmişti.(20)
Kırşehir milletvekili Müfit Özdeş’in üyesi bulunduğu Şark İstiklal Mahkemesi 24 Eylül 1925 tarihine kadar, yargılanmak üzere gönderilen 1855 kişiden 690’ını yargılamış, bunlardan 99’u tutuklu olmak üzere 110 sanığa ölüm cezası vermiş, bir kişiyi ömür boyu hapis cezasına çarptırmış, 129 kişiyi geçici kürek, 116 kişiyi de çeşitli hapis cezalarına çarptırmış, 118 kişi aklanmış, 69 kişi hakkında da soruşturmaya yer olmadığı kararı verilmişti.(21)
Uğur Mumcu, “Kürt − İslam Ayaklanması” adlı araştırmasında Şeyh Sait’le birlikte 46 idam sehpasının hazırlandığı sırada infazlara mahkeme başkanı Mazhar Müfit Kansu’nun ve savcı Ahmet Süreyya’nın gelmediklerini, ancak mahkeme üyeleri Urfa milletvekili Ali Saip ve Kırşehir milletvekili Lütfi Müfit’in hazır bulunduğunu belirttikten(22) sonra mahkeme üyeleriyle Şeyh Sait arasında geçen konuşmaları Behçet Cemal’in “Şeyh Sait” adlı kitabından aldığını belirterek Kırşehir milletvekili Lütfi Müfit’in de yer aldığı bu konuşmaları şöyle aktarır:
“28 Haziran’ı 29 Haziran’a bağlayan gece Osman Bey, Şeyh Sait’in hücresinin kapısını vuruyordu.
“Osman Bey, Cezaevi Müdürüydü.
“Şeyh Sait, Osman Bey’i karşısında görünce olacakları anlamıştı.
“Vasiyetnamesini yazdırmak istedi.
“Ve yazdı.
“Vasiyetinde Savcı Ahmet Süreyya Bey’i ‘vasi’ olarak görevlendiriyordu.
“Şeyh Sait, yanındaki paraları saymış ve gazetecilerin önünde Osman Bey’e vermişti.
“− Bu paraları evlatlarıma teslim ediniz.
“Şeyh Sait, vasiyetinde mezarının yapılmasını istiyordu.
“Merkez Hastanesi’nden Dr. Yüzbaşı Cemil Bey, Muhafız Bölüğü Komutanı Yüzbaşı Nafiz Bey ile gelmiş; koğuşlarda öteki idam mahkumlarının son muayenelerini yapıyordu.
“Gazeteciler de koğuştaydılar.
“Şeyh Sait’in damadı Melikanlı Şeyh Abdullah, gazetecilere ‘yazın’ diyordu.
“− Yazın, biz bu hainlere uyduk, başkası uymasın.
“Muhafız bölüğü erleri ellerinde lüks lambaları ile koğuşun önünde sıralanmışlardı.
“İdam mahkumları zincirle birbirlerine bağlanmışlardı.
“En önde Darahini İnzibat Komutanı ve Geri Hizmetler Amiri Fakih Hasan Fehmi vardı.
“Zincirler bağlanırken Hani’li Mustafa Bey, oğlu Mahmut ile helalleşiyordu.
“Hani’li Hacı Salih Bey, asılmaya giderken arkadaşlarının mert olmalarını söylüyordu.
“Şeyh Sait, en önde değildi; aralardaydı.
“İdam mahkumları birbirlerine bağlanıp yürürlerken karanlığı yaran tanıdık bir sesle irkildiler:
“− Şeyh Sait nerede?
“Şeyh Sait, sesin sahibini tanımıştı.
“O da karanlıkta Ali Saip Bey’e karşılık veriyor; idam kararı veren İstiklal Mahkemesinin Kürt kökenli üyesiyle Kürt – İslam ayaklanması liderinin bu son söz düellosu karanlıkta yankılanıyordu:
“− Saip Bey hani ya doğruyu söylersem kurtaracaktın?
“Duruşmalardaki o asık yüzlü Ali Saip Bey, ilk kez gülüyordu:
“− Ne yapalım Sait Efendi, seninle Hınıs’da kuzu yiyemedik...
“− Ben doğru söyledim, siz cezamı hafifletmeliydiniz.
“− Şeyh Efendi, bundan hafif ceza olur mu?
“− Bundan daha ağırını söyle bakalım Saip Bey?
Şeyh Sait de gülmeye başlamıştı.
“− Artık kuzu filan kalmadı. Ne olurdu Edirne’de yüzbir sene verseydiniz...
“Ali Saip Bey, bu kez gülmeyi keserek öfkeyle bağırıyordu:
“− Bu kadar Türk kanının dökülmesine, ocaklarının sönmesine sebep oldun, cezasını çekeceksin...
“Şeyh Sait, gülümsüyor ve mırıldanarak yürüyordu.
“Konuşma kesilmişti.
“Gece karanlığında yalnızca askerlerin ve idam mahkumlarının ayak sesleri duyuluyordu.
“Diyarbakır’ı Siverek’e bağlayan Dağ Kapısı’ndan çıkıldı.
“Başkan Mazhar Müfit ile Savcı Ahmet Süreyya Bey gelmemişlerdi. İnfazlarla yerel savcılık görevliydi.
“Ali Saip ve Lütfi Müfit gelmişlerdi.
“46 idam sehpası hazırdı.
“Sehpaların başında General Mürsel, Diyarbakır milletvekillerinden Cavit Bey (Ekin) ve Şeref Bey onlara bakıyorlardı.
“Şeyh Sait, durdu ve Ali Saip Bey’e seslendi:
“− Seni severim; ama mahşer günü seninle muhakeme olacağız.
“Mahkeme üyesi Karakol Cemiyeti ile MM (23)gurubunun acar subayı mahkeme üyesi Lütfi Müfit Bey de oradaydı.
“Lütfi Müfit Bey de soruyordu:
“− Beni mi çok seversin, Saip’i mi?
“Şeyh Sait gülümsüyordu:
“− Saip Bey’i... sonra seni... Seninle çok sevişmiştik. Reisten de Allah hoşnut olsun. En sevdiğim Süreyya Bey’di.
“Vali Mithat Bey de darağacı önündeki bu ilginç söyleşiye şu sert çıkışı ile katılıyordu:
“− Mahşer gününde adil yargıçlarımızla değil öldürdüğün masum çocuklar, ocaklarını söndürdüğün biçarelerle muhakeme edileceksin.
“Şeyh Sait mırıldanıyordu:
“−Boynuzsuz keçinin ahını boynuzludan alırlar.
“Mürsel Paşa, Şeyh Sait’e soruyordu:
“− Din kalktı; diyorsun, namazını kılmıyor muydun? Camilerde ezan okunmuyor muydu?
“Şeyh Sait, kimsenin namaz kılmasına, oruç tutmasına karışılmadığını söyledikten sonra ekliyordu:
“− Ahmet Zihni Bey’in Fütuhat-ı İslamiye’sinde yazılıdır. Mehdi’nin hurucunda üç yüz bin asker vereceklerdir. Anlaşılıyor ki, Türkiye, kıyamete kadar İslamiyeti koruyacaktır.
“Bir süre düşündükten sonra başını eğip mırıldanıyordu:
“− Fena yaptık... Bundan sonra iyi olur inşallah...
“Gömleğini giydirdiler.
“Sessizce yürüdü. Sehpaya çıktı.
“Şeyh Sait son nefesini verirken alkış sesleri geliyordu.
“İnfazda bulunanlar, Şark İstiklal Mahkemesinin kararını alkışlıyorlardı.
“Bütün idam hükümlüleri teker teker asıldılar.
“Ayaklanma bastırılmıştı.” (24)
“- Olduğumuz gibi. Zaten atlarımıza binmiş bulunuyoruz. Hareket eden kuvvete katılırız.
“Katılıyorlardı. Ama onlara kimse bakmıyor. Kimse iş vermiyor, yiyecek vermiyor. Hatta yatacak bir yer, bir çadır bile göstermiyorlar. Gece aç ve açıktadırlar. Nihayet kendi emirerleri bu terk olunmuş amirlerine kendi çadırlarını teklif ediyorlar. Hatta atlarına birer saman dolu çuvalda çekiyorlar. Ertesi sabah, 30. Alaydan bir bölük kumandanı, geceyi aç geçirmiş olan bu iki kurmay yüzbaşıyı kendi çadırına çağırarak onlara çay ikram ediyor. Bölük kumandanı bu iki yeni adama karşı takınılan tavırların ve gösterilen muamelenin iç yüzünü, uzun tecrübelerine göre gayet iyi sezmektedir. Onlarla açık konuşuyor:
“- Arkadaşlar, görüyorsunuzki size asla kumandanlık vazifesi vermeyeceklerdir. Bunun sebebleri vardır. Bana ise bazı hususi vazifeler verilmiştir. Bu işte bana yardım ederseniz ve bunu katiyen kimseye söylemeyeceğinize dair söz verirseniz size faydalı olabilirim.
“Derhal hissettilerki bu bölük kumandanına verilen vazife ‘utanılacak’ bir vazifedir. Çünkü Şam’dan harekete geçen bu birliğin yürüyüşü Havran üzerineydi. Seferin gayesi de ‘tedip’ yani bir isyan bastırmak maskesi altında, kısaca Havran’ı soymak, talan etmektir...
“Mustafa Kemal’in bu şüphesi daha ilk hareketlerde doğrulandı. Birlikler Havran’da geniş bir yağma, talan, gasp ve katliam hareketlerine daldılar. Kendilerinin varlığıyla kimse ilgili değildi. Zulmü önlemek için ellerinden pek bir şey de gelmiyordu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu denilen kağşamış sefaletin de iç yüzünü, bir köşesinden çok yakından görüyorlardı.”
“Nice yıllar sonra Mustafa Kemal bu harekâttan arkadaşı Müfit’e bahsederken şunları söylemektedir:
“- Hatırlar mısın Müfit, Şam’dan bu kuvvete katılmaya karar verdiğimiz dakikada bir suvari teğmeni bana demişti ki: Beyim, size büyük hürmetimiz var. Bu sefere gitmemenizi tavsiye ederim. Bilmezsiniz, düşünemezsiniz beyim, hayatınız bile tehlikeye girebilir. Sizi öldürürler. Bugün, bütün Suriye ordusuna şâmil bir müşterek menfaat vardır. Siz bu menfaate mani olacak gibi görünüyorsunuz. Bunu kimse kabul etmez. Hayatınız mevzuubahistir.
“Fakat bu sözler Mustafa Kemal’in sefere katılması kararını daha da pekiştirmişti.
“Harekât, çok yüzkızartıcı bir kargaşalık içinde gelişir. Mürettep kuvvetin – onun tabirince – ‘hırsız’ları çok dikkatli idiler. Mustafa Kemal’i imha etmeyi düşünmüşlerdi. Hatta bir gece ordugâhda, kaldığı çadırı sardılar. Fakat o da tedbirlidir. Hatta zaman zaman onun harekâta yardımını bile istemek zorunda kalınır. Talan sonunun paylaşılmasında elinden geldiği kadar engeller çıkarır. Ordu da katıldıkları bu ilk seferde Mustafa Kemal, Osmanlı Hükümeti namına yapılan haydutluğun ne olduğunu anlamıştır.
“Kaldı ki Suriye’de Havran ve Dürziler sahası, imparatorlukta bu türlü tertip, bu türlü yağma hareketlerinin yürütüldüğü sahaların yalnız bir tanesiydi. Her tarafta ya devlet ya eşkıya halkı soyuyordu. Yahut bu güvensizlik içinde halk devlete dayatarak, ona ödemek zorunda olduğu mal ve can vergisini mümkün olduğu kadar devletten kaçırarak, devleti halsiz bırakıyordu. Mustafa Kemal’in daha ilk adımda bu sert gerçeklerle karşılaşması onun için üzücü olduğu kadar da düşündürücü ve uyarıcı oldu. Bir defa karar verdi ki, günün değil, yarının adamı olmak lazımdır. Hatta bir vesile ile arkadaşı Müfit’e de hatırlattı. Soygun ekipleri, kendi aralarındaki dalavereli hesaplardan bir miktar altını da Müfit’e vermek istemişlerdi. Müfit almadı ve işi Mustafa Kemal’e haber verdi. Mustafa Kemal şahlandı:
“Müfit, sen buğünün adamı mı olmak istersin, yoksa yarının mı?
“Evet onlar yarının adamı olacaklardı ve görüyorlardı ki, o günün adamlarına değil yarının adamlarına ihtiyaç vardır.
“İki suvari alayı ve birçok topçu bataryalarıyla yürütülen bu hareket başladığı kadar kötü şartlar altında gitmişti, Şam’a dönüldü. Bu arada Mustafa Kemal, mürettep kuvvet kumandanı olan Lütfi Bey’le de dost oldu. Bu zat kötü bir nizama istemeyerek karışmıştı. Dürüst bir insandı. Çünkü birgün Şam’da Mustafa Kemal’le beraber çarşıda dolaşırlarken, Mustafa Kemal ona altı üstü birbirini tutmayan kıyafetini işaret edince, o açıkça:
“- Kemal, hakikat gördüğün gibidir. Bundan başka gördüğün pantolonum yok,
diyebilmiştir.
GİZLİ İHTİLALCİ ‘VATAN VE HÜRRİYET CEMİYETİ’NİN ÜÇ KİŞİ ARASINDA KURULUŞU
“İşte bu çarşı gezilerinden biri sırasındadır ki, Mustafa Kemal, Müfit ve Lütfi Şam’da Hamidiye çarşısının bir yerinde, küçük bir dükkancıkta önemsiz alışverişlerile rızkını çıkarmaya çalışan birisiyle tanışıyorlar. Burası esnaftan Mustafa Efendi’nin dükkanıdır. Mustafa Efendi, ayağında kundura yerine nalınla dolaşan babacan bir adamdır. Dükkan rahat olmadığı için sandalye getirtip dükkanın önünde oturuyorlar. Fakat Mustafa Efendi’nin hali Mustafa Kemal’in dikkatini çekiyor. Dükkanının içini görmek istiyor. Boş denecek kadar hafif raflar. Ortada bir masa. Ama masada ve raflarda birçok kitaplar. Tıbba, felsefeye, inkılaba, hatta sosyalizme ait eserler. Anlaşılıyor ki, Mustafa Efendi (Cumhuriyet devrinde Mustafa Cantekin) aslında bir tıbbiyelidir. Fakat hürriyetçi hareketlerden dolayı yakalanmış, mektepten çıkarılmış, Şam’a sürülmüştür. Mustafa Kemal onunla ilgileniyor. O günkü tanışmadan sonra bir gece Mustafa’nın mütevazı evinde buluşmaya karar veriliyor. O gece Doktor Mustafa’nın söyledikleri kesindir:
“- İhtilal yapmalı, inkılap yapmalı...
“Mustafa Kemal bu fikirlere çoktan hazırdır. Tıbbıyenin son sınıfından çıkarılıp sürülen Mustafa ilave ediyor:
“- İhtilal yapmalıyız. Çok kıymetli arkadaşlarımız vardır. İnkılap yapmalıyız.
“Müfit ayağa kalkıp bağırıyor:
“- Behemehal yapmalıyız!...
“Hepsi heyecan içindedir. Fakat Lütfi Bey bu hareketlere karışmak arzusunda değildir:
“- Sizinle beraberim. Ama benden bir şey beklemeyiniz, diyor.
“Mustafa Kemal durumu hallediyor:
“- O halde siz buradan derhal gidiniz. Bizim bundan sonra konuşacağımız şeyleri, sizin duymanız iyi olmaz!
“Lütfi Bey dostça ayrılır. Ondan sonra konuşmalar başlar. İhtilalden ve bu uğurda ölmekten bahsedilir. Ama Mustafa Kemal, ondan sonrada daima göstereceği hesaplı ve muvazeneli gayeciliği orada da gösterir:
“- Mesele ölmekte değil; ölmeden idealimizi yaratmak, yapmak ve yerleştirmektedir...
“Bu kısa cümlede onun mizacı ve büyük hikayesinin ona daima hakim olan bütün bir prensipler sistemi vardır: Ölümü ve tehlikeyi göze almak, ama ölmeden muaffak olmak, yaratmak, yapmak ve yerleştirmek... Bu mizaç ve karakter, heyecanın değil mantığın ve sağduyunun ifadesidir. Bu mizaç ve karakter örgüsü, Mustafa Kemal’in harekât ve icraatına, hayatının sonuna kadar hakim olacaktır.
MUSTAFA KEMAL’İN ŞAM’DAN, SELANİK’E FİRARI
“İşte gizli, ihtilalci ‘Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ orada ve o gece üç kişi arasında kuruldu.” [7]
Mustafa Kemal, Müfit Kırşehir ve tıbbiyeden atılma Mustafa Bey’in kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin 5. Ordu mıntıkasında gelişmesine imkan yoktur. Mustafa Kemal’in gözü bu noktada Makedonya üzerinde yoğunlaşır. Çok geçmez, Mustafa Kemal Şam’daki arkadaşlarına “Ben Makedonya’ya gidiyorum” der.[8]
Ne varki 5. Orduya tayin edildiklerinde ordu mıntıkasını terk edemeyecekleri daha önce kendilerine bildirilmiştir. Mustafa Kemal’in Şam’dan ayrılarak Selanik’e geçmesi açık bir “firar” suçudur. Ama dostlar bu günlerde lazımdır. Firar açığa çıkartılmamalı açığa çıkması durumunda da gerekli tedbirler alınarak örtpas edilmelidir.
Müfit Kırşehir firarın açığa çıkartılmaması için Yafa’daki nişancı taburu kumandanı Ahmet Bey’le arkadaşlık kurup, ondan faydalanmanın çarelerini arayacak, yine sınıf arkadaşları bulunan Ali Fuat Salacak (Cebesoy)da olası bir tehlike durumunda Şam’a geçerek üsteğmen Haydar vasıtasıyla Hakkı Paşa’ya başvuracak Mustafa Kemal’de Selanik’te sürekli mektup yazarak durum hakkında bilgi verecek, Ali Fuat, Müfit Kırşehir’le irtibatı muhafaza edecektir.[9]
Mustafa Kemal toprağın tohumlanmaya elverişli olduğunu anlamıştır. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi Şam’da da genç subayların hoşnutsuz olduğunu görmüş dahası okul yıllarında dost olduğu arkadaşı Müfit Kırşehir’in ona yardıma hazır olduğunu somut olarak yaşamıştır. Suriye’de kurulan örgüt yakın arkadaş çevresinde karargahlara dalga dalga yayılmış Mustafa Kemal’de önemli bir konuma gelmeye başlamıştır. Ancak Mustafa Kemal Şam’la sınırlı kalmanın boş bir çaba olduğunu anlamış, arkadaşları ona asıl devrim merkezinin Balkanlar olduğuna dair görüşler aktarmış Mustafa Kemal’i Selanik’e naklettirmenin çabası içine girmiştir.[10]
Mustafa Kemal firar etmiştir. Yafa’dan ayrılarak Mısır’a kaçar oradan Selanik’e geçecektir. Mısır’dan vapurla Pire’ye oradan da Yunan bandıralı bir başka vapurla Selanik’e varır ve annesinin evinde saklanır.[11]
Mustafa Kemal yakın çevresini de değerlendirerek bu firarı, uygun bir çözüm yolu bulup örtbas etmek peşindedir. Ali Fuat’a mektup yazarak durumu Kırşehir’li Müfit’e bildirmesini, Müfit’in de Yafa nişancı tabur kumandanı binbaşı Ahmet Bey’le teması sıklaştırmasını ister. Nitekim Trabzon’lu Halil Rıfat da gizlice Yafa’ya geçerek durumu Müfit Kırşehir’e bildirir.[12]
Müfit Kırşehir nişancı tabur kumandanı binbaşı Ahmet Bey’le görüşür. Kendisine önemli bir vazife düştüğünü hatırlatarak bu firarın açığa çıkmaması için elinden geleni yapmasını ister.
Ne var ki 5. Orduya gelen bir emirde Mustafa Kemal’in nerede olduğu sorulmuş, sonuçta firar İstanbul’un kulağına gitmiş, binbir g&uu